bu kitap 1. dünya savaşında anadolu gencinin hiç bilmediği, görmediği, coğrafyasına yabancı olduğu kutsal topraklarda nasıl savaştığını, bıkmadan, cesurca yokluğa, açlığa, güçsüz teçhizatlarla,, güçlü ingiliz itine nasıl direndiğini çok güzel bir dille anlatmıştır.
oradaki savaşında en az Çanakkale kadar önemli önemlidir.
şu bölüme ise söylenecek hiçbir şey yoktur.
istasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene:
- Benim Ahmedi gördünüz mü? diyor.
Hangi Ahmedi, yüz bin Ahmedin hangisini?
Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak trenin gideceği yolun, istanbul yolunun aksini gösteriyor.
- Bu tarafa gitmişti, diyor.
O tarafa? Adene mi, Medineye mi, Kanala mı, Sarıkamışa mı, Bağdada mı?
Ahmedini buz mu, kum mu, su mu, skorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi? Eğer hepsinden kurtulmuşsa Ahmedini görsen ona da soracaksın:
- Ahmedimi gördün mü?
Hayır. Hiçbirimiz Ahmedini görmedik. Fakat Ahmedin her şeyi gördü. Allahın Muhammede bile anlatamadığı cehennemi gördü.
Şimdi Anadoluya, Batıdan, Doğudan, sağdan, soldan bütün rüzgârlar bozgun haykışarak esiyor. Anadolu, demiryoluna, şoseye, han ve çeşme başlarına inip çömelmiş oğlunu arıyor.
Vagonlar, arabalar, kamyonlar, hepsi ondan, Anadoludan utanır gibi, hepsi istanbula doğru, perdelerini kapamış, gizli ve çabuk geçiyor.
Anadolu Ahmedini soruyor Ahmed, o daha dün bir kurşun istifinden daha ucuzlaşan Ahmed .
Ahmedi ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek
--spoiler--