28 Şubattan hemen sonraydı. Üniversitesinden iş dünyasına kadar herkes Atatürk Heykeli gördüğü yerde duruyor, atalarına saygısını sunduktan sonra yoluna devam ediyordu. Böylece hem atalarının ruhunun maneviyatında temizleniyorlar hem de siyasi konjonktür gereği hatalı bir harekette bulunmak istemiyorlardı.
Her yerde küçük törenler vardı. Mustafa Kemalin ekonomi politiğinden zerre haberi olmayanlar en hızlı Atatürk hayranı oluvermişlerdi. Faşist Kenan Evren ruhu Mustafa Kemalle çıkara dayanmayan sevgi ilişkisi kurmuş, neredeyse herkese sirayet etmeye başlamıştı. Tören Atatürkçülüğü 12 Eylülün siyaseten en başarılı olduğu modeldi. Bu coğrafyada böyledir. Kendisi dogmalara karşı kurumsallaşmaya çalışan her şey bir anda dogmatik olur çıkar. Bu coğrafyanın Mustafa Kemali de böyledir Lenini de böyledir. Bunların karşısında olan muhafazakarlar ise daha beterdir. Onlarda bir de o dogmatikliğin yanında sığlık ve kirlilik de fazlasıyla vardır.
Neyse Heykel karşısında dikilmek dışında hiçbir vasıfları olmayan bu zevatın ülkelerini kendi meşreplerince sevdiğinden de şüphe yoktu. Abartı sayılmazsa büyük Yahudi katliamlarını gerçekleştiren bütün Alman devlet görevlilerinin de mahkemelerde savunma yaparken bu görev bilincinin arkasına sığındığını söylemeden geçmeyelim. işte bunların büyük çoğunluğu gün gelip devran döndüğünde istikametlerini Atatürk heykellerinden kıbleye doğru çevirivermişti. Sarkık bıyıklar bile yanlarından kırpılıp bademleştirildi.
12 Eylül darbe anayasasına yüzde 91.37 evet oyu verip sonra ona ağlayan, devrimci çocukların yaşlarını küçültüp astıran ama sonra meclis kürsülerinden şiirler okuyup gözyaşı döken, Kürt köyleri boşaltılırken sevinç gösterilerinde bulunup sonra sözde pişmanlık duyan bir devlet aklı ve onun sahiplerinin iktidarda kalabilmesi de zaten bu bit yavrusu sürüsüyle olabilirdi. Krallar ölüyordu ve onlar gelecek yeni kralları için yol gözlüyordu.
O dönemde her Türk en çakısından asker doğuyor ve mesleği ne olursa olsun önce asker sayılıyordu. Ben öğretim elemanıydım ama sistem beni de önce asker bellemişti. Henüz Hrant öldürülmemiş, PKK ile ateş kesilmemiş, Yunanistan mali krize girmemişti. Yani güzel yurdumuzun dört bir yanı ve hatta dört bir içi hâlâ düşmanlarla çevrili ve doluydu. Bir de buna şeriat tehdidi eklenmişti ki Allah muhafaza. Şeriat tehdidi var diye bas bas bağıranların kaba bir laikçilikle bu tehdidi kendilerinin büyüttüğünü görüyorduk, söylüyorduk ama bizler o zaman da onlar için marjinaldik. Ama ister öğretim elemanı olalım ister marjinal, sistem için her şeyden önce askerdik.
Üniversite öğretim üyelerinin büyük çoğunluğu da askeri gerekleri yerine getirerek muhbirlik, yalakalık ve bunlardan daha da vahimi düşünmeme gibi birçok görevlerini layıkıyla ifşa ediyorlardı. Rütbeleri yoktu ama gözlerindeki görev ateşi hiç sönmüyordu. Atatürkçülerin o dönemde sendikalı öğretim elemanı avına çıktığı, solcu, Alevi, Kürt öğrencileri, öğretim elemanlarını fişlediği günlerdi. Eğitim Sen üyesi olduğum için dekanlık katında yediğim zılgıtlar komikti ama ondan daha da komiği bu zevatın 10 Kasım gelmeden bir hafta önce ağlamaya başlaması ve bir hafta sonra Atatürkü bir sonraki anmaya kadar akıllarından çıkarmasıydı.
işte tam böyle bir dönemde gizli ibareli bir yazı geldi masama.
Yazıda türbanlı öğrencinin görüldüğü yerde rapor edileceği ve tutanak tutulacağı söyleniyordu. Devlet, askerinden yardım istiyordu. Hemen herkesi büyük bir heyecan ve tatmin hali sarmıştı. Öğrenciler takip edilmeye ve görüldükleri yerde rapor edilmeye başlandı. Yazıyı geldiği yere geri yolladım ve aldığım tepki hiç hoş değildi. Benim gibi aydın, demokrat ve bilmem ne birisinin bu kutsal görevi ifa etmeyi reddetmesi adeta hafif çaplı infial yaratmıştı. Kolluk kuvveti olmayı reddetmiştim. Sözde karşı durdukları zihniyetin 50 yıldır örgütlenmelerini can-ı gönülden destekleyen kesimlerin öğrenci avıyla laikliği koruduklarını gördükçe gözlerim yaşarıyordu.
Öğrenci avlarıyla, çocuklarının mezuniyet törenlerine giremeyen annelerle kurtarılmaya çalışılan laik sistem kendi karşıtını, üstelik kendine en çok benzer şekilde yaratıp ülkeye armağan etti. O nedenle Kemalizm denildiğinde benim aklıma hep bu tekleştirici, tek tipleştirici zihniyet geliyor. Başbakanın başörtülü bacısından başka neden kimseyi takmadığını da onun tek tipleştirici zihniyetinde görüyorum.
Eğer Başbakan öyle olmasaydı başörtülü bacımıza 100-150 kişilik deri eldivenli ve yarı çıplak bir grup Kabataşta cinsel istismarda bulunup onu rencide etti diye feveran edip hâlâ modası geçmiş mazlum edebiyatıyla ülke yönetmeye çalışırken, Bahçelievler 80. Yıl Çocuk Yuvasında koruma altında bulunan 15 yaşındaki başörtüsüz K.D.ye tecavüz edildiğinde de azıcık vicdanı sızlardı.
Bu birbirine benzeyen otoriter tek tipleştirici zihniyetten bulantı geldi. Birbirine karşı geldiklerini sandıkça birbirine benzeyen bu iki kesim artık bunalttı. La Boetie yazmıştı çok önceleri O yağmalayabilsin diye kendi ekininizi ekiyorsunuz, ona talan edeceği mallar verebilmek için evinizi kurup döşüyorsunuz; kızlarınızı onun şehvetini tatmin etsin diye yetiştiriyorsunuz; bildiği en büyük ayrıcalığı belki onlara bağışlar diye büyütüyorsunuz çocuklarınızı onun savaşlarına sürülmeleri, mezbahaya götürülmeleri, onun hırsının kölesi, onun intikamının arayıcıları olmaları için; o keyfine baksın ve iğrenç zevkleri içinde kendini sefahate versin diye bedenlerinizi ağır işlere teslim ediyorsunuz; onu sizi frenleyecek kadar güçlü ve zorlu kılmak için kendinizi zayıf düşürüyorsunuz. Meydandaki en kaba sabanın bile bütün bu hakaretlerinden kurtarabilirsiniz kendinizi, denerseniz eğer, eyleme geçerek değil, sadece özgür olmayı isteyerek. Artık hizmet etmemeye karar verdiğinizde hemen özgür olacaksınız. Ellerinizi tiranın üstüne koyup onu devirmeniz değil sizden istediğim, onu artık desteklememeniz sadece. O vakit, onu seyreden siz olacaksınız, tabanı kopmuş, kendi ağırlığından düşüp parçalara ayrılmış azametli bir heykel gibi.