kalabalık iyice artmıştı günün ilerleyen saatlerinde. ufacık kaldırımlardan taşan insanlar yolun bir kenarında yürümeye devam ediyorlardı. ben de kaldırımda herkese çarpmaya devam etmek istemedim. kendimi yola attım ki keskin bir fren sesi ile irkildim.
kırmızı renkteki minik araba dizlerimin hemen önünde durdu. hep araba altında öldüğümü hayal etmiştim ve ilk kez bir hayalime bu kadar yaklaşmıştım. bu hayali gerçekleştirmek de ellerimde değildi, diğerleri gibi. kırmızı minik arabadan artık rüyalarımda bile göremediğim, unutmaya yüz tutmuş hatıralarını hatırlayıp kendimi avuttuğum toprak gözlü, gökyüzü gibi geniş kalpli, ıssız bir çöldeki kumullara benzeyen ten renkli biri çıktı. kalbim yıllardı ilk kez kulaklarıma böyle haykırmıştı. bir anda kaldırımdaki tüm kalabalığın gözleri benim üstüme çevrildi. benim gözlerim ise toprak gözlü bir perinin gözlerine kitlenmişti. adı sevil di. adı sevil olmasa da severdim ben o nu. kalabalıklar içinde yağmur altında parıldayan bir gökkuşağı gibi izliyordum onu. şaşırmıştı, şaşırdığında kaşları birbirine yaklaşırdı. yine aynısı oldu. demek ki hiç değişmemişti. dünyaları durdurabiliyordu hala gözlerine baktığımda. o kocaman gözlerine baktığımda zamanı durdurabiliyordu hala. eski bir aşk melodisi çalacak sandım o an. bekledim, çalmadı.
çevirdim gözlerimi zaman devam ettiği kaldığı yerden, dünya devam etti yeniden dönmeye. o gitmişti ya hani ben de öylece bir şey söylemeden gitmeye çalıştım oradan. bedenim gitti, kalbim kaldı orada. hızlı adımlarla karşıya geçtim. geriye bakmaya yine çalıştım her defasında. yapamadım..