Eski Osmanlı bilgeleri: "Varak-ı mihri vefayı (dostlukla sevgi vefasının yazılmış olduğu kâğıdı) kim okur kim dinler"
Demişler.
Acaba neden böyle bir yargıya varmışlar ki?
* * *
Daha çocukken, önce annenin tehdit edici işaret parmağı sallanarak kalkar yüzüne doğru:
- Büyüklerin sözünü dinle!
Sanki büyükler de, büyüklerin sözlerini dinleye dinleye "doğru" ile "yanlış"ın ne olduğunu öğrenebilmişler gibi.
* * *
Kaldı ki yaşıyla mı "büyük" oluyor insan, yoksa oturduğu makamla mı; hâlâ daha netleşmiş değil.
Üstelik bir atasözümüz de şöyle diyor:
- Akıl yaşta değil, baştadır.
Nurullah Ataç ise, bazı tehlikeli benzetmeler yaparak:
- Buzağı büyür dana, dana da büyük öküz olur, derdi.
* * *
Her kuşak çocuğunun kulağında çınlayan kalıplaşmış uyarı:
- Büyüklerin sözünü dinle!
* * *
Oysa bazen de, kişiliğini kanıtlama nağraları çınlar ev kavgalarında:
- Senin söylediklerin bir kulağımdan girip, bir kulağımdan çıkar benim. Kimsenin lafına kulak asmam ben. Babam mezardan çıkıp gelse, onu dahi dinlemem ben; anladın mı?
* * *
"Dinleme"nin yanında bir de "dinlenmek" var.
Her sözünün dinlendiği, bir dediğinin iki edilmediği biri olmak anlamında da kullanılır; kız kardeşim Dr. Gülderen Alpagut'la, eşi Dr. Ercan Alpagut gibi, tatile çıkıp Ayvalık'ta dinlenmek anlamında da kullanılır.
* * *
Ajans haberlerinde yankılanıp duran bir yığın gürültü patırtıyı dinlemek yerine; sesini insanlığa armağan bırakıp, bilinmez bir galaksiye kayıveren Luciano Pavarotti'yi dinleyerek dinlenmek...
* * *
Pavarotti ayrı bir tılsımın insanıydı.
1991'de istanbul'da verdiği konseri dinler ve "s"ler sırasında diliyle hafifçe alt dudağını ıslatmasını izlerken; bilmiyorum kaç kişi, 1963 yılında "başarısız" olduğu gerekçesiyle Ankara Devlet Operası'ndan uzaklaştırıldığını düşünüyordu?
* * *
Büyüklerinin sözlerini dinleme uyarılarıyla yetişenlerin ortak bir hastalığı, bir Frankeştayn ürkütücülüğüyle ağır ağır çıkarak yükseliyor beyinsel aynalarda.
Değerden anlamamak, yahut değerden hoşlanmamak!
* * *
insanlığın ortak bahçelerine kendince bir karanfil dikmeye kalkmış olanlar da, az çıkmadı bu topraklardan.
Kul Nesimi'den, Nazım Hikmet'e; Sabahattin Ali'den, Orhan Pamuk'a; ressam Halil Paşa'dan, Komet'e; heykelci Şadi Çalık'tan, ilhan Koman'a; piyanist Gülseren Sadak'tan Fazıl Say'a kadar...
Hangisinin yarattığı tatlar, aile ortamlarının vazgeçilmez sevdasıyla bütünleşebildi?
* * *
Tüm yeryüzünde, sırıkları yükseltilmiş bayraklardan çok daha coşkulu dalgalanmıyor mu Pavarotti'nin sesi?
Yine yeryüzündeki 200 devletten, kaç tanesinin başkenti Picasso'nun adı kadar tanınmış?
* * *
Üniversitemizden geçmiş evrensel değer ve ündeki bilimcileri, neden kendi fakülte tepsilerimizin içinde tutamadık?
Almanya'da Hitler "nasyonal sosyalizm"inden Yahudi kökenli 85 bilim adamı kaçmıştı Türkiye'ye.
Kaç tanesiyle hayatlarının sonuna dek sarmaş dolaş olabildik ve onların gerçekleştirdiği katkılar ne kadar canlı tutulabildi?
* * *
Yerel bir hamasetçiliğe gömülüp, onun içinde tepinip durmanın; kimlere neler sağladığıyla, kimleri nasıl ziyan ettiği daha uzun süre şeffaflaşamayacak...
* * *
Önümde Pavarotti'nin bir CD'si duruyor. ilk parça, Donizetti'nin "Aşk iksiri" operasından bir arya...
* * *
Ufuklara doru Pavarotti'ye el sallarcasına kendisini dinleyerek; onun Ankara'yla ilgili gençlik yakınmalarına, dağarcığımızda her zaman bulunan bir iç çekişiyle bir köprü daha kurup şöyle diyebiliriz:
- "Varak-ı mihri vefayı kim okur kim dinler" olsa bile, seni dinlerken hepsini unutuyoruz.