Içerde gramafon çaldigindan kapiyi vurdugumu duymadi. Bir daha vurdum ve
cevap alamayinca her zaman yaptigim gibi kapiyi usulca açip içeri süzüldüm.
Aksamin alaca karanliginda gözüme ilk çarpan Linowsky'nin seyrek saçli
kafasi oldu. Hiç unutmam, pencerenin önündeki maroken koltuga oturmus,
kucagina da... Mathilda'yi oturtmustu. Sag eli kizin gerdaninda, sol kolu
bir kobra yilani gibi simsiki kalcasinda... Ve sari saçlari selale gibi
koltugu dökülen Mathilda gözlerini kapamis, dudaklarini, daha henüz kimseye
vermedigini sandigim o körpe dudaklarini, bu çipil Rus'un çürük dis kokan
nefesine terkedivermis...
Basim dönüyordu. Dal gibi sallaniyordum. Gramafon, Beethoven'in mi bemol
majör konçertosunu çaliyordu. Ve ötede biri genç, öbürü kart iki insan
birbirlerine yapismis, köpekler gibi soluyorlardi.
Gitmege davrandim, fakat ayagim bir nota sehpasina takildi... Iste
sevdalilari tatli uykularindan uyandiran da galiba bu oldu. Linowsky bir
anda kizi kucagindan atip ayaga firladi. Sonra sanki kaldigi yerden dersine
devam ediyormus gibi:
"Eh bien qui, ne diyordum." diye kekeledi... Ve birden gramafonu
hatirlayarak:
"C'est ça... Söyleyin bakalim Matmazel, dedi, bu son çaldigim mouvement
nedir?"
Düstügü yerden dogrulmaya çalisan Mathilda bir solukta:
"Allegro ma non troppo." diye cevap verdi.
Halbuki çalinan kisim Adagio idi. Sonra da igne bir müddeten beri plagin
bozuk yerine takilmis, ha babam ha, üç notluk bir melodiyi tekrar edip
duruyordu. Gülmek istedim o an... Gülebilseydim ah, keske gülebilseydim. Al
al olmus yüzünü göstermemek için notalari tetkik eder görünen Mathilda'ya
ve hala masum rolü oynamaya çalisan su rengi atmis geçkin zamparaya
kahkahalarla gülebilseydim. Istedim ama beceremedim. Gözümden ilik ilik
yaslar iniyordu. Ne yapmak lazim geldigini kestiremiyordum. Birden gözüm
kemana ilisti. Piyanonun üstüne birakilan Linowsky'nin kemani açik
kutusunun içinden aptal aptal etrafa bakiniyordu. Elimdeki davetiye
müsveddesini oraya, kutunun içine birakip, yangindan kaçar gibi disari
firladim. Ben karanlik merdivenlere dogru yürürken bozuk plak içerde hala o
üç notluk melodiyi tekrar edip duruyordu.
Hemen o gece kemana tövbe ettim.
Allegro ma non troppo'nun da, presto vivace'nin de geçmisine okuyordum.
Dedim ya, çocuktum, cahildim. Hanyayi Konyayi bilmiyordum. Daha hiç bir sey
bilmiyordum.
Kadin denilen mahlukun keman gibi, hatta ondan da kaprisli bir enstruman
oldugunu, onun da olanca hüner ve güzelligini ancak ve ancak virtüoz
ellerin emrine verdigini ögrenisim çok sonralara, saçlarimin iyice
dökülmeye basladigi devirlere rastliyor.
Zaten dar omuzlari, genis kalcalari ile kadin, seklen dahi az buçuk kemani,
daha dogrusu violonseli hatirlatmaz mi?