Göğü delen şimşeklerin aydınlattığı o ıssız sokakta, yağmur damlaları şakağından sakallarına akarken usulca, o otuz beş yıllık hayatının ilk sigarasını yakmış, yürüyordu.
Mayısın yirmi yedisiydi. Saat gece 1. Dolunay hiç bu kadar göstermemişti sanki güzelliğini. Adeta bu şehr-i azamın tacı oluvermişti o gece. Ve yağmur yıkıyordu tüm caddeleri, tüm duvarları. Günahlarını akıtıyordu denize.
Ama bir melek olamazdı istanbul. O, insanoğluna benzediği için yüceydi. Bir insanın olabileceği kadar yumuşak, merhametli ve bir insanın olabileceği kadar da gaddar, umursamazdı. Rıhtımına vuruyordu dalgalar. Yollara kadar taşıyordu deniz. Sahil bugünü yalnızlığa ayırmıştı sanki. Dalgaların ninnisiyle uyumak istiyordu. Belliydi.
Ve bir adam hayatına dair her şeyi ardında bırakıp ölüme yürüyordu. Dumana alışık olmayan ciğerleri yanıyordu. Gözleri kıpkırmızı olmuştu. Attı yarım sigarasını bir mazgaldan aşağı. iki adım daha attı. Sokak bitti. Duraksadı bir an. Lacivert gömleği sırılsıklam olmuş, gövdesine yapışmıştı. iliklerine kadar sızıyordu sanki ılık bahar yağmuru.
Saatine baktı. 01:10.
Başını kaldırdı. Gözleri koyu kahveydi. Derin derin baktı etrafına. Omuzları genişti ama o gün çökmüşlerdi. Sanki yanından biri geçse onu göremez diye düşünüyordu. O denli silikti bugün. O denli buğulu görüyordu gözleri. Gerçekten uzaktı. Başkaydı.
Rıhtımın önündeydi. Denize yaklaştı ve arkasını dönüp seyretti şehri. Bu gece o da istanbul gibiydi.
Yağmurda yıkanmasına rağmen yüreğinden atamıyordu şeytanı. Derisine tırnaklarını geçirmiş tutunuyordu günahları.
O ölümü, aşkı, nefreti ve sevgiyi tatmıştı. Güçlüydü de.
Tek sorun, artık güçlü durmaktan yorulan omuzlarıydı