film insanın akıl almaz kaybetme korkusu üzerine inşa edilmiş. bunun ne kadar gereksiz olduğunu da, defalarca tekrarlanan "finish it" nidalarıyla belirgin bir şekilde göstermeye çalışıyor.
film tamamen metaforik. metaforik ama görkemli ve lezzetli. dişiliğin kutsallığı, sevginin yüceltilmesi, kendini adamanın ancak açık bir yürekle gerçekleştirilmesi halinde sonuç verebileceğini kurgusal anlamda çok başarılı bir şekilde ortaya koymuş.
bu bir aronofsky projesi. dediğim gibi, pi'den, requiem for a dream'den (başka ne kaldı ki dünya çapında izlenmiş) tüm aronofsky filmleri gibi bir kırılma noktasından geçebilmenin zorlukları resmediliyor. iç çekişmeler, kişisel hayaller...
fakat belki de ilk defa bu kırılma noktasının aslında bir kırılma değil, bir yücelme noktası olduğunu bu filmle görüyoruz. diğer örnekler başarısız ya da yeterli değilken, the fountain'de, üç zamanda yer alan the conquistador (Tomas, Tommy, Dr. Creo) bu eşiği başarılı bir şekilde aşarak hayat ağacının bir üst seviyesine varabiliyor.
daha önce de belirttim, tekrar olsun: filmdeki en ürpertici sahne, filmdeki tek dişinin, kraliçe izabel'in, izzie'nin boynundaki minik tüylerin hayat ağacındaki, canlılığa doğru çekilen tüylerle birebir ifade edilmesiydi. bu da aronofsky'nin ve yahudi tanrısının bir ilhamı olsa gerek.