içmiştim. yalnız yaşadığım evde yine melankolinin ve efesin damarlarımda sorgusuzca dolaştığı anlardandı. doğal, duygu yoğunluğu bir hayli fazla, depresyonla çöküntünün arasındaki çizgide bir o yana bir buyana savrulurken, kıpırdamaya başladı sevgi kabarcıkları. bariz bir sebepte yok ha, amaçsız zil zurna akşamları. gözümün önünden usul usul yürümeye başladı en büyük sevgiyi duyduğun aile bireyleriyle geçen mutluluk zirvesi anları. o zaman zarfına kadar, kabarmaya başlayan bu duyguları dile getirmek ve hatta dökülen kelimeleri ona aktarmak geçmemişti fikrimden de ruhumdan da. elim benden ayrı uzandı telefona, kısa mesaj servisini kullanmak üzere. evet, konuşma değildi, saat uygun değildi, bir başka sefer de yoğunluğum uygun olmayacaktı. yapmalıydım ilk defa, bilmeliydi dimdirek ve bu süreç bana cesaret doldurmalıydı. ki ağzına kadar doldurmuştum. doğru cesaret gerekli bu eylemi gerçekleştirebilmek için. babaya duyduğun sevgiyi anlatacak kelimeleri bir araya getirip öyle ya da böyle iletebilmek için ne yazık ki cesaret gerekli. yazdım ve yolladım. cevap alamadım tabiki. çünkü bu geri dönüş, çok daha büyük bir cesaret patlaması gerektirmekteydi. hiç önemsemedim, çünkü bir ziyaret günümde gözlerinde gördüğüm artan ve "gör benim de seni sevdiğimi" haykırışları hiç beklemediğim kadar güzel anlatmıştı yüreğinden süzülenleri.
babalar, saçımızdaki aka rağmen, çöken dirayetlerine, tuttukları bastonlarına rağmen, sırtımızın dayanabileceği tek ulu çınarlardır.
(bkz: sözlük yazarlarının itirafları).