Başbakan Tayyip Bey'in, yeni hükümetine onay almak için Çankaya'ya çıktığı saatlerde; bendeniz, Solmaz Kâmuran ile Beylerbeyi iskelesi'nin hemen yanında, sahibi Metin Oktay döneminde Galatasaray takımının futbolcularından da olan bir dostun "çayevi" önündeki, Boğaz'a doğru uzanmış masalarından sonuncusunda oturuyorduk.
* * *
Kimseyi kıskandırmak gibi olmasın ama, genişleyen kuraklıkla sel baskınlarına inat, masmavi bir Boğaz ve püfür püfür esen bir Boğaz rüzgârı...
Cam bardaklardaki demli çaylar bittikçe, yenileri geliyordu.
* * *
Nedense dilim, sonradan Münir Nurettin'in bestesiyle ünlenmiş olan "Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış'tan" şarkısının güftesindeki, Behçet Kemal'in bir mısraına takılmıştı:
istanbul'u sevmezse gönül aşkı ne anlar...
Ah bir de taze birer simit olsaydı...
* * *
Ve tam o sırada, içi simitlerle dolu camekânlı arabasını ite ite giden bir simitçi görünmez mi...
- Hey simitçiii...
Simitçi duymuyordu.
Hemen ayağa kalktım:
- Hey simitçiii...
* * *
Simitçi öne doğru eğilmiş arabasını itiyordu. Kavruk esmer yüzü, kırışık değilse de, sirkeyle ıslatılıp sıkılmış bir elbezi gibi buruşuktu.
- Hey simitçiii...
* * *
Nihayet simitçi çağrıldığını duydu ve geldi yanımıza.
O sırada Başbakan Tayyip Bey, kim bilir neler konuşuyordu 1 günlük Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül'le ve daha kim bilir kimler neler konuşuyorlardı Ankara'da?
* * *
Simitçiye:
- Yüzün neden o kadar sıkıntılı, daldırmış ne düşünüyordun öyle, yoksa âşık mısın, dedim.
Simitçi:
- Aşk meşk hepsi bitti; ne hanım var ne bir şey; yapayalnız bir perişanlığın içinde kaldık, dedi.
* * *
O sırada militer dostlar, Beylerbeyi'ndeki bir simitçinin neden perişanlık içinde kaldığını düşünmüyorlardı.
Yine tıpkı, yerde dizlerinin üstünde kimonosuyla oturan, saçlarının topuzu tığlarla tutturulmuş bir Japon kadınının; sağ elindeki bir çift çubukla önündeki pilavı yemesinin de, "Atatürk ilke ve inkılaplarına" uygun olup olmadığını düşünmedikleri gibi.
* * *
Simitçi çektiği çileyi anlatıyordu:
- Kardeşimi evlendirdim; 6 milyar para harcadım; varım yoğum her şeyim bitti; elmaları da kuraklık vurdu, o eski haller yok, piyasası kalmadı. Bütün umudum şimdi pancarda...
* * *
Simitçi, Sivaslıydı. Sivas'ta elma bahçeleriyle pancar tarlaları vardı. Ama artık elinde avucunda pek bir şey kalmamıştı. Simitçilikle geçinmeye çalışıyordu.
* * *
iskelenin önündeki büyük çınarın altında genç bir kızla, şöyle irice bir delikanlı neredeyse sarmaş dolaş olmuşlardı; kimse umurlarında değildi.
Solmaz'a takılıyordum:
- Şimdi biri gidip de, şu âşıklara, "yeni hükümette sizce kimler ilk kez bakan olacak" diye sorsa, ne derler?
Solmaz:
- Git işine yahu deli misin sen, derler; diyordu.
* * *
"Çayevi" sahibi dostumuzun, yine hemen oracıkta bir balık lokantası da vardı ve bir bira servisi için dahi ruhsatı yoktu.
* * *
Serbest piyasa ekonomisinden yana olduğunu söyleyen Başbakan Tayyip Bey iktidarı açısından; içkili balık lokantaları yanında, içki ruhsatı alamayan balık lokantaları arasında, büyük bir eşitsizlik ve haksızlık yaratılmıyor muydu?
içkili balık lokantalarına gidebilenlerin cüzdanlarıyla, gidemeyenlerin cüzdanları arasında da mevcut olan uçurumların, Başbakan Tayyip Bey'e sunduğu seçim armağanı, pörsütülmemeliydi.
* * *
Cumhuriyetçiler döneminin "milliyetçilik" ilkesi "yönetenler"le, "yönetilenler"i; "yoksul"larla, "zengin görünenler"i aynı torbanın içine koyarak, sınıf bilincinin hem netleşmesini, hem de politikaya yansımasını iğdiş etmişti.
Ve böylesi oligarşik garip bir despotizm de, "halkçılık" ilkesiyle sütrelenmek istenmişti.
* * *
"Milliyetçilik" ilkesiyle "halkçılık" ilkesinin, birbiriyle yan yana kelepçelenmesi, ister istemez bir "kavramlar" curcunası yaratmıştı.
* * *
"Halkçılık", aristokratik bir egemenliğe karşı, Fransız Devrimi'yle ortaya çıkmış bir kavramdı.
Türkiye'de "halkçılık"tan yana olmak, hangi egemenliğe karşı olmaktı?
Hele hele ülkede, "milli gelir" dağılımındaki dengesizlikleri, su yüzüne çıkarmak da; "Allahsız komünizm" suçlaması içine alınmışsa?
* * *
Beylerbeyi iskelesi'nin dibinden türbanlı, şık siyah tayyörlü, gencecik bir kız geçiyordu.
Etekler topukların epey üstünde, diz kapaklarının azıcık aşağısındaydı.
* * *
Türkiye'deki kutuplaşmalar, gitgide artarak öfkeli bir çalkantıya dönüşecek miydi, dönüşmeyecek miydi?
ABD ve AB medyası, Stockholm'la hiç ilgilenmediği halde, boşuna dikmiyordu gözlerini Ankara'nın üstüne.
* * *
Hanımların göğüs çatalındaki aşırı olmayan durum, çağdaşlık; türban da imaj bozan bir çağdışılık olduğunda; acaba Japonya'nın teknoloji ve ekonomideki süper düzeyine nasıl bir merdivenle erişilecekti?
* * *
Ne Sivaslı simitçiyle konuştuk bunları, ne oturduğumuz masaların sahibi Galatasaraylı eski futbolcu dostla, ne de yanımıza gelmiş sıcacık yürekli edebiyat öğretmeniyle.
* * *
Oralarda rastladığımız bol uzun tüylü simsiyah güzel mi güzel bir kedi de, Otello'yu anımsattı bana...
* * *
Dilime takılmış olan mısra ise, sürdürüyordu çengellenmişliğini:
istanbul'u sevmezse gönül, aşkı ne anlar...
* * *
Eve dönerken değiştirdim o mısraı:
Kavramları netleştiremezse Ankara, demokrasiyi nasıl anlar...