telefonum bilgisayar ekranımın ışığından aydınlanan karanlık odamın içinde yüksek sesle çalmaya başladı. sesin geldiği yere doğru yönelip yorganın altında buldum telefonu, arayan üniversite arkadaşımdı. açtım;
x-ne haber hacı yaa...
f628-ne olsun senden ne haber??
vefasızlığıma dem vurdu arkadaşım, haklıydı oldum olasi kimseyi arayip sormayan birisi olmuştum. ikimiz de iş aradığımızdan bahsettik. ''önemli insanım'' imajı çizerek vakitsizlikten görüşemediğimize kanaat getirdik, ah modern hayat dedikleri bir zaman canavarıydı sanki...
konuşmanın tıkandığı bir yerde arkadaşımın sürekli öksürdüğünü fark ettim ''neyin var hacı'' dedim. ''hasta mısın yoksa???'' sanki önemli bir konuşma yapacakmış gibi boğazını temizledi arkadaşım ''baya kötü hastayım abi, hem bütün şehirde salgın var zaten'' dedi. salgın mı??? bir kaç ortak arkadaşımızın da hasta olduğundan bahsetti, mahallelerinin yarısının da hasta olduğuna dem vurdu. bütün şehir mi????? ''gelip sana nane kaynatayım heheh'' gibi gerzekçe bir espriyle lafı çevirdim. yalnızlığı telefonda dile getirmek olmazdı. kapattım telefonu, aynada kendime baktım. ne burnumda kızarıklık nede boğazımda öksürük vardı, olağan ama azınlıktım.
yalnızlık dediğin, bütün şehir hastalıktan kırılırken, virüslerden bihaber yaşamak. kimseye hasta olacak kadar yaklaşmamaktı.
yalnızlık dediğin, sağlıklı olduğuna pişman olmak, hüzünlenmekti.
kısacası yalnızlık dediğin hayattan izole bir yaşam sürmekti.
***
boğulmasın diye kimse, yalnızlıklar denizinde.
sağ kolumu kaldırdım, diğerlerine boy verdim.
kimsesiz, izbe sokağın ücra bir köşesinde.
öksüren bir adam gördüm de nasıl imrendim.