göz altı torbaları ıslanmış barut kokuyordu. az evvel akan makyajını sildiği peçeteye sıkıca sümkürüp burnunu açtıktan sonra, peçeteyi buruşturup camdan dışarı fırlattı. önümde dizçöküp gırtlağını temizledi. buna gerek yok, dedim; biraz bira içelim, istediğin zaman giderim. hayır, dedi, biraz kafamı dağıtmam lazım ve senin ufaklık beni bir süre oyalayabilir. sümkürmeden evvel yakıp kültablasına bıraktığı sigaradan derin bir nefes alıp dumanını yüzüne üfledim. boşta kalan elimle saçlarını kavrayıp kafasını kasıklarıma bastırdım.
beş dakika kadar penisimi ve toplarımı yaladı, uzanabildiği kadar da kıç deliğimi. sonra ulaştığım sertlikten memnun kalmamış olacak ki; çekinme, istediğin kadar sert olabilirsin, dedi. bu kadarının yeterli olduğunu söyledim. değildi. saçını daha sert çekmeye başladım. birkaç defa kafasını penisimden uzaklaştırıp yüzüne irili ufaklı tokatlar patlattım. ikimizin de hoşuna gitti. tam penisim sınırlarını zorlayacak düzeyde sertleşmişti ki, durdu. yüzüme bakıp harekete geçmemi bekledi. tepki vermedim. kalkıp koltuğa oturdu. ortamızdaki sehpada duran neredeyse boşalmış şişeyle dudaklarını ıslattı.
şuan dünyayı dolaşıyor olmalıydım. yapmak istediğim o kadar çok şey var ki. eskiden hepsine vaktimin yeteceğini düşünürdüm. farklı olacaktım. marjinal olacaktım. kırmızı vosvosum, yuvarlak gözlüklerim. şimdiyse röfleli saçlarımla otuza dayandım. yaşadığım ülkenin 81 ili var ve ben 78ini daha görmedim. bilmiyorum. şu an tibette bir keşişi milli ediyor olabilirdim ya da new orleansta her bakımdan iri bir zenci beni anamdan doğduğuma pişman edercesine beceriyor olabilirdi. ama doğduğum şehirde, on yıllık evimde, kendimden 8 yaş küçük, isteksiz bir çocuğu yalayıp, ona gerçekleşmeyecek hayallerimi anlatıp ağlıyorum.
ona isteksiz olmadığımı söyledim. sadece yorgunum ve güçlü olduğuma kendimi inandırmam için -inanmak, bütün mesele inanmak, çükünüze inanırsanız sizi asla yarı yolda bırakmaz- bir şeyler içmeye ihtiyacım olduğunu söyledim. duymadı, ya da ilgilenmedi, devam etti.
yapmadığım o kadar çok fantezi vardır ki. seksomanyak olduğumu düşünme. seninle tek ortak noktamız bu olduğu için, beni kolayca anlayasın diye meseleyi bu yönüyle ele alıyorum. hiçbirini yapamadan mezara gireceğim. haydi bunlar uç şeyler, bunları bırakalım. bir bira daha içmek istiyorum şu an. fakat altı saat sonra gitmem gereken iş yüzünden korkuyorum. ama yakın gelecekte bira içmeye devam etmek istiyorsam o işe gitmek zorundayım. çünkü köşeye attığım tek bir kuruşum yok. çünkü her şey zaten yeterince pahalı. güvenecek kimsem yok. yapayalnızım. geberip gitsem, cesedimi böcek basmadan kimsenin aklına gelmem. faturalar kapının önünde birikir, işten çıkartıldığımla ilgili bir not düşer telesekretere, sonra belediyeden biri gelip elektrik sayacımı mühürler. ramazan davulcusu olmayan ramazan davulcuları çalar bir kaç kez kapıyı. o kadar. yakın olduğum bir sen varsın diyeceğim ama, hayatında bir kere olsun beni aramadın.
eli titremeye başladı. dudağını ısırıp yüzüme baktı. hiç bağırmadığı halde yüzündeki bütün damarlar şişmişti. kötü bir seksten sonra kendini ara sokaklara atıp hayatı sorgulamaya başlamış ve sarhoş bir torbacı tarafından az evvel bıçaklanmış bir fahişeye benziyordu. içten bir inilti koyverip yere yığıldığını hayal ettim. cüzdanında ne kadar para varsa alıp, üstüne basmadan evden çıkıp gitmeyi ve onun parasıyla içip, onun hakkında vasat bir seks hikayesi yazmayı . sonra gözgöze geldik. evvelden de yüzüne bakıyordum ama bir an gözlerine odaklanışım işin ciddiyetini fark etmemi sağladı. aklıma, ilerde, olursa, aforizma kitaplarıma girebilecek bir söz geldi: teketek kavgadan susarak kurtulamazsınız.
kıçımı kurtaracak ve bu geceyi olaysız atlatacak bir şeyler düşünmeye başladım. bu sırada zaman kazanmak için aradığı anda geldiğimi, aramamamın nedeninin sadece insanları rahatsız etmekten hoşlanmadığımı filan zırvalıyordum.
yüzündeki aşağılayıcı gülümseme ve gözlerindeki hayal kırıklığı gittikçe artıyordu. ona, onu sevdiğimi söylemeyi düşündüm ama muhtemelen inanmayacak ve daha fazla üzerime gelecekti. bu gece yanlış ata oynamıştım ve cebimdeki elmalar bitmek üzereydi. konuşmamı, anı yaşamakla ilgili oldukça klişe bir lafla noktaladım: bırak bu gecemiz de her zamanki gibi mükemmel olsun, gerisini yarın düşünürüz, gibi bir şey söyleyip arkama yaslandım, karnımı içeri çekip omuzlarımı şişirdim ve kasım kasım kasılarak bir sigara yaktım. samimi bir küfürle ayağa fırlayıp hışımla mutfağa yöneldi: ebenin kör kandilini sikeyim kaan! daha önce bu küfrü bilen bir kadın tanımamıştım.
üç yıldır sevişiyoruz. üç yıl! bu sürede insanlar evlenir, boşanır, birbirlerini öldürür, çocuk yapar! seninle üç yıldır bir kez bile tartışmadık. gelirsin. konuştuğum şeyleri onaylar ya da onaylamaz, kendi düşündüklerini söylersin, ki bu asla bir tartışmaya dönüşmez çünkü tartışmaya girmeyecek kadar kendinden eminsin. bay her zaman haklı, bay egosuna tozkondurmaz, iyi içtiğini ima eden bakışlarla önüne her koyanı götürürsün. nezakatle argoyu mükemmel karıştırırsın, ağzın farklı laf yapar. çükün kalkarsa beni on dakika becerirsin, sonra da ya kanepeye sızarsın ya da siktirip evine gidersin. ön sevişmede, sanki bana deli gibi aşıkmış gibi bakarsın, bana aşık olup olmadığını sorsam aşık olduğunu da söylersin! ve ben her defasında umutlanırım. işte bu defa farklı olacak, benimle ilgilenecek diye. ama yoksun kaan! yine seni ben arıyorum, yine hatrını sorup gelmen için yalvarıyorum. bir kez bile olmadın.
konuşma esnasında mutfağa gitmiş, buzdolabından ikişer bira çıkarıp genişçe bir kaba cips doldurmuş, hepsini tepsiye koyup salona dönmüş, ilk birayı yarılamıştı. verdiği eslerin hepsini, uflaya puflaya, odanın içinde bakışlarımı odaklayacak yeni bir obje arayarak geçirdim. oysa konuşmasına verdiği her arayı gittikçe daha fazla uzatıyor ve her araya girmeyişimde biraz daha hiddetlenip biraz daha yanıtlaması zor ve daha samimi şeyler söylemeye başlıyordu. konuyu sıradan bir saçmalık üstüne çekmezsem karıyı bayıltana kadar dövüp evden çıkmak ve yarın telefon hattımı değiştirmek zorunda kalacaktım ve haftada bir kendini bana koşulsuz şartsız sunan bir amcığı kaybetmeyi göze alamayacak kadar kötü bir dönemdeydim.
neden salonun ortasında üç kişilik eşek kadar kanepe varken bu saçma koltuklarda oturuyoruz, diye sordum, sanki saatlerdir bunu düşünüyormuşum da sonunda dayanamayıp patlamışım gibi. yüzüme, kendime çekici olduğumu düşüdürten, gıcık bir bakış oturttum ve yeni bir soruyla, kendimce; sevişmek istediğimi belirttiğim imamı tamamladım: biralarımıza kanepede devam edelim mi?
hayır! burdayız cünkü karşılıklı gerçekten iki çift laf edelim istedim. çünkü sana matrixten bahsedeceğim. o yüzden siktimin biralarını burda içeceğiz. sevişmeye karar verirsek, ben bu koltukta sikeceksin. sonra evine gitmeyecek ya da kanepeye yığılmayacaksın. ya bu koltukta sabaha kadar konuşacağız ya da yatağa benimle girip, gerçek bir erkek olacak ve beni koynunda uyutacaksın. buradayız çünkü kanepede kedi yatacak. henüz bir kedim olmayabilir ama yarın ilk iş gidip bu eve bir kedi alacağım ve kanepe onun kanepesi olacak. hatta şimdiden oldu bile. ne olursa olsun siktimin kedimin kanepesinden uzak duracaksın. burdayız çünkü sana harcadığım vakti, sadece seninle içip düzüştüğümüz zamanlardan bahsetmiyorum. seni arayıp aramamak arasında kararsız kaldığım haftanın diğer altı gününden, ofiste masama giderken, erkanın masasına her defasında kıçımın aynı yerini sürttüğümde, tam o noktayı nasıl da iştahla emdiğini düşünmekten, arasıra azıp kendi saçımı çektiğimde ellerinin üzerinde beliren o belli belirsiz damarları düşlemekten bahsediyorum. korkup kaçmayacaksan bir şey daha var. gözlerin. gözlerini düşünüyorum. bana bakmadıkları zaman ne kadar da derinleşiyorlar...
devamını dinlemedim. uzanabileceği yerde herhangi bir kesici alet olup olmadığına baktım. bira şişeleri dışında hiçbir tehlike yoktu. kulağımda gititkçe yükselen bir uğultuyla tekrar yüzüne baktım. ağzı açılıp kapanıyordu, sesini kesinlikle duymuyordum. sanki kulağımın dibinde yirminci yüzyılın başlarından kalan bir altıpatlar ateşlenmişti. gözlerini sık sık kırpıştırıyor, tırnaklarıyla sehpanın cilasını kazıyordu. durup durup yaramazlık yapmış şımarık bir kız çocuğu gibi alt dudağını ısıra ısıra gülüyordu. kedinin kanepesinde şimdi bir doktor oturuyor olsa ikimize de birer gramlık sakinleştirici vurur, reçetemize en ağırından birer tane anti depresan adı karalardı.
kan beynime sıçramıştı. kalbimi şakağımda duyuyordum, sol gözümün alt kapağı seyiriyordu. mazoşist olduğunu açıkça söyleyebilen kadınlardandı. ilk yattığımız günden beri genellikle rol oyunları oynardık. şımarık efendiyle, fedakar köle ya da sert öğretmenle, tembel öğrenci veya çüküne düşkün patronla, işinden kaytarmış ama kovulmaktan ödü patlayan sekreter. uzun zamandır role iyi giremediğimi söylüyordu. oyunculuğa ve yaptığımız şeye eskisi kadar önem vermemem, onun tahrik olmasını engelliyormuş ve orgazm olmak için çabalaması gerekiyormuş. şimdi istediği olmuştu. kaltak, istediği kadar tahrik olabilecekti artık. boxerımın altında bir sertlik hissettim. elimi ağzıma götürüp nazikçe sus işareti yaptım. çenesini kapayıp dikkat kesildi. yavaş ve kararlı bir şekilde ayağa kalkıp: soyun ve diz çök amına koduğumun karısı, dedim. bir an heyecanla gülümsedi, sonra ciddileşip oturduğu yerde hızla soyunmaya başladı. babamın eski dükkanından kalma loft marka deri kemeri çıkarıp ikiye katlarken kendimi ilk kez gerçek bir tanrı gibi hissettim ve bir an kuranın tanrı tarafından yazılmış olması mantıklı geldi. müşfik ve merhametli bir tanrıydım ben ve bütün ipler avuçlarımın arasındaydı. ol diyecektim, olacaktı. zamanın ve makenın ötesinde. alemlerin üstünde. altında, sağında ve solunda. içinde, ben, her şeyi gören, duyan ve bilen: yaklaş yavrucuğum, sana aşk hakkında bir şeyler anlatacağım.