Daha önce oyunu izleyenlerin övgüyle bahsetmelerinden olsa gerek 200 kişilik salonda tek kişilik yer kalmamıştı. insanların cep telefonlarını, taşınabilir bilgisayarlarını yanlarından ayırmadıkları ve yaptıkları her şeyi bu teknolojik oyuncaklar sayesinde herkese duyurdukları göze alındığında, satılmayan biletin kalmaması sevindiriciydi. Bir alışveriş merkezinin en üst katında bulunan tiyatronun bir aydır haftanın iki günü gösterimde olan bu oyunu, zaman olarak emsallerine nazaran kısa olduğundan insanlar alışveriş yorgunluklarını atmak için bile geliyordu.
Her iki oyuncunun da makyajı tamamlanırken kulisteki koşuşturmaca da devam ediyordu. Kadın, makyajı yapılırken son haftalarda adet edindiği üzere kulaklığıyla defalarca aynı şarkıyı dinleyip rolüne konsantre olmaya çalışıyordu. Adam ise, oyun çıkışı buluşacağı arkadaş grubuyla gideceği mekanları düşünerek, evine yalnız dönmemenin hesabını yapıyordu.
Birer ikişer salona giren seyirciler yerlerine yerleşirken oyun başlamak üzere, lütfen cep telefonlarınızı sessiz konumuna alınız. anonsunu duyar duymaz daha hızlı hareket etmeye başladılar. Sahneyi kaplayan bordo perdenin önündeki ve arkasındaki herkes hazırdı. ışıklar kapandı.
Perde açıldığında her iki oyuncu da sahnedeki yerlerini almıştı. Kadın sahnenin solunda, ahşap sandalyenin üzerinde oturmuştu. Kahverengi, belinden kemerli, üzerinde kırmızı küçük çiçekler bulunan elbisesine dökülen koyu kahve saçlarındaki dalgalar yüzüne gölge düşürse de dudaklarının aldığı dümdüz şekil rolünü yaşadığını gösteriyordu; güçlü ama kırılgan, gerçekçi ama hayalperest, düzenli ama sarsak.
Başı adama doğru hafifçe dönük halde ayakkabılarına bakıyordu; topuklu fakat rahat diye geçirdi içinden. Yerde halı olsaydı eğer, hiç şüphesiz karnesinde zayıf olan çocuğun babasının karşısında büründüğü mahcup ve suçlu halindeki gibi desenleri incelerdi ama o sadece rol arkadaşının diyaloga girmesini bekliyordu.
Adam, sahnenin sağında ayakta durmuştu. siyah pantolonunun üzerine gri gömlek giymiş, elleri cebinde, kendinden emin hatta kibirli görünüyordu. Geriye doğru özenle taranmış ve briyantin sürülmüş saçları seyirciler tarafından henüz fark edilmese de biraz sonra sahnenin kendine ayrılan tarafında volta atarak konuşacağından bedenine dair en ufak bir ayrıntının bile görülmemesi imkansızdı.
Hiçbir ışığın açık olmadığı salonda sahneyi aydınlatma görevini sahnenin tam ortasına yerleştirilen bir metre uzunluğundaki kalın mum gerçekleştiriyordu.
Adam sıkıntılı bir yüz ifadesiyle oyunu başlatan diyaloga girdi ;
-biliyorsun işte, olmuyor artık. Sıkıldım rol yapmaktan.
-Rol yapmanı değil gerçekten mutlu olmanı istiyorum, dedi kadın.
-Seninle mutlu olamıyorum, anlasana.
-Bensiz mutlu olmanı kaldıramıyorum, kabullenemiyorum.
-Dışarıda kocaman bir dünya varken bu oda, bu ev üzerime üzerime gelirken nasıl mutlu olacağım?
-Senin sıkıntın duvarlar arasında olmak değil.
-Bak bunu iyi bildin. Benim sıkıntım senin ördüğün duvarlara çarpmak.
Kadın yerinden kalktı, dolan gözlerine biriken yaşlar yere düşmesin diye gözlerini kırpmıyordu. Sırtı adama dönük bir halde birkaç adım yürümüştü ki hızla dönüp;
-Biz, dedi. Biz yaptık. Duvarı da, sınırı da. Sen tekdüzeliğin düzenine alışmaktansa duvarlara çarpmak istedin. Hep sıktı seni kurallar, olması gerekenler iddia ettiğin kadar sevseydin beni, hepsine göğüs gererdin. Birazcık fedakarlık çok mu zordu?
-işte hep bunu yapıyorsun, dedi adam. Sürekli bahaneler bulup, kendimi suçlu hissedeyim istiyorsun.
-Tam tersine, eğer bu bir suçsa suça ortak oluyorum.
-Olduğunu sanıyorsun! Sesi gittikçe yükseliyordu; Hastalıklı bir saplantı seninkisi. Halbuki izin versen, gitsek kendi yollarımıza ikimiz de daha mutlu olacağız.
-Daha önce de gittin. Eğer döneceğinden eminsem neden gitmene izin vereyim?
-Ya bu sefer dönmeyeceksem?
-iki ihtimalden birini seçmek kalıyor bana. Ben de gitmemeni seçiyorum.
Kadınla göz göze gelmekten imtina eden adam, bir iki ufak sıkıntılı adım attıktan sonra iki elini ensesinde birleştirip derin bir nefes aldı;
-Bu ısrar seni küçük düşürüyor, farkında mısın? dedi.
Acı bir gülümseme belirdi kadının yüzünde. Manidar ve olgun bir gülümseyişti bu. Hemen hemen her kadının, hayatlarında en az bir kere güldüğü şekilde güldü;
-kadınlar böyle değil midir zaten? Yeri gelince gurursuz, bazen onursuz, kendini küçük düşürecek kadar aşık. Ama hep fedakar, hep sadık. Hep istediğiniz gibi Seven hangi kadın bunlardan değil söyle bana?
-Defalarca sordum, yine soruyorum, neyimi seviyorsun bu kadar?
-Defalarca cevap verdim, yine veriyorum. Hiçbir şeyini sevmiyorum senin. Her şeyini seviyorum. Sen istiyorsun ki nedenler sıralayayım, yakışıklısın çünkü o yüzden seviyorum diyeyim ya da güçlüsün bu nedenle aşığım diyeyim. Sen de daha yakışıklısı var , daha güçlüsüne layıksın diyebilesin. Ama değil. Neden değil biliyor musun? çünkü sevgimi bir nedene bağlayamam ben. O neden ortadan kalktığında sarılacak temiz beyaz yastıklarım, o yastıklara dökülecek gözyaşlarım yok benim.
-Bu kadar yorgunluğu göze alabiliyorsun demek.
-Herkes mutlu olmak zorundaymış gibi konuşuyorsun. Biz birlikte ama mutsuz bir çift olamaz mıyız?
-Neden mutsuzluğu tercih edeyim? Dışarıda akıp giden dünya varken, burada duvarlara çarpa çarpa mutsuz olmam akıl karı mı?
dalgındı kadın;
-Akıl? dedi, asıl akılsızlık seni bu derece seven kadını yüz üstü bırakıp gitmek değil mi?
Kadın sandalyenin ucuna ilişmiş ve oturduğu yere ellerini dayamış bir halde adamın yüzüne bakıyordu. Sahnenin tam ortasındaki mumun titreyen ışığı kadının beden diliyle birleşince yalvarışın tablosu çizilmiş oluyordu. Adam sıkıntıdan gömleğinin düğmelerinden ikisini açtı. Sadece tasvir edilen ev ve oda değil de üzerindeki kıyafetler bile bunaltıyordu adamı. Sahnede volta atarak devam etti;
-Bu kadar zor olmamalı. Gerçekten. Seni de anlıyorum. Hatta biliyorum kimse senin kadar müşfik, senin kadar doğal olamaz. Ama bunlar yetmiyor artık.
-Seni benim kadar sevmeyecek, biliyorsun değil mi?
-Bilmiyorum. Sen de bilmiyorsun. Kim kimi ne kadar sever bilemezsin. Bir de şöyle düşün, üzerimde onun kokusu varken gelmeyeceğim artık. Seni küçültmeyeceğim bir daha.
Kadın dik oturuşundan eser kalmamıştı. Yavaş yavaş düşen omuzları durumu kabullendiği anlamına geliyordu. Dizlerinin üzerine çöktü ve öylece oturdu. Ellerini kucağında birleştirmişti. Yüzü önce muma, sonra da mumun arkasındaki, sarı ışığın çerçevelediği adama dönüktü;
-Şimdi gidersen bir daha gelemeyeceğini biliyorsun değil mi?
-Biliyorum, dedi adam. Dümdüz, ruhsuz ama tonlamasında zafer çığlığı olan bir sesle.
Omuzları sarsıldı kadının, hıçkırmaya başladı. Elini uzattı adama. Bu hareket yine de gitme demekti.
Eğildi adam. O ana kadar varlığı kimsenin dikkatini çekmeyen ceketini yerden aldı bir eliyle omzunun üzerinde tutmaya başladı. Ne yaptığından emin bir halde kadına doğru eğildi ama ona uzanan ele değil, varlığıyla bu çalkantılı, sancılı ilişkiyi aydınlatan mumaydı bu eğiliş. Tek ve güçlü bir nefesle üfleyip, mumu söndürdü ve ardına dahi bakmadan dönüp gitti.
Mum söndü, perde kapandı ve herkes gerçeğe döndü.
Seyircilerden kopan alkış salonun ışıklarının açılmasına ve kapalı olan perdenin görünmesine neden oldu. Perdenin arkasında, rol arkadaşı yerden kalkabilmesi için kadına elini uzatmıştı. Ayağa kalktı kadın, gayet sevecen bir edayla rol arkadaşını öptü adam.
El ele tutuşmuş olan ikili seyircileri selamlarken kadın kendi kendine;
-Bu oyun da bitti. iyi ki oyundu ve iyi ki bitti. Yoksa her kadın gitmeye niyeti olan adamı durduramayacağını daha babasını işe gönderirken öğrenmiştir, dedi.