Önce enseyi karartmayalım.
Binlerce yıldan bu yana ne olmuşsa, başka türlü olamadığından öyle olmuştur, diye değerlendirilmeli.
Buna "Yüz Yıl Savaşları" da dahil, veba salgınları da, Titanik'in batması, Japonya'nın tepesinde patlayan atom bombaları da...
* * *
insanlığın şimdiye dek yaşadığı belalar, bugünkü gözlüklerle baktığımızda, "pekâlâ yaşanmayabilirmiş" gibi de görünse; madem ki yaşanmış, demek ki o gözlükler ya o zamanlar yokmuş, yahut da uyarılar umursanmamış ve bir belalar tefrikası yaşandıkça yaşanmış.
* * *
Türkiye için de durum aynı...
2001'de TBMM'de, "Su ve kuraklık konusunda kurulmuş olan bir komisyon" raporu, gündeme dahi alınmadan rafa kaldırılmış.
Yani efendim, 6 yıl sonra başkentin içine düşeceği kepazelik öngörülememiş.
Şimdi "ah keşke öngörülebilseydi" diye yanıp yakınmanın anlamı yok.
Öngörülememiş işte...
* * *
"Vatanı ve milletiyle devletin bölünmez bütünlüğü" ilkesinin kutsallaştırılmış olması; Konya köylerinde susuzluk çilesi çeken yoksul kadınların, ömürlerinde bir gün olsun Kalamış'ın şıkıdım kafeteryalarında bir bardak çay içebilmelerini sağlamaya yetiyor mu?
* * *
Malatya'nın Pütürgesi'nde doğanlarla, istanbul'un Nişantaşı'nda doğanların yazgısı; daha gözlerini dünyaya açtıkları an, uçurumlarla ayrılmış durumda...
* * *
Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda verilen demeçlerle söylenen nutuklar, şimdiye dek bu uçurumları kapatmaya yetmedi.
Yetmediği için de Türkiye, 20. yüzyılı da ıskaladı ve "gelişmekte olmak"tan, "gelişmiş"liğe terfi edemedi.
* * *
Kalamış, canım Kalamış...
Kalamış Koyu'nda yatlarla kotralar birbirleriyle sarmaş dolaş yatadursun; asfalttaki rögar kapaklarının kıyılarından da, kanalizasyon kokuları yükselmekte...
Hangisi Türkiye'nin simgesi?
Yatlarla kotralar mı, yoksa bok kokuları mı?
* * *
istanbul'un nüfusu henüz 1 milyon bile değilken; Behçet Kemal, bahçesinden deniz bile görünmeyen Todori'nin, -çoğunlukla sanatçıların toplandığı- meyhanesinin de esintisiyle, uzun süre dillerden düşmeyecek bir güfte yazmıştı:
Yok başka bir yerin lütfu ne yazdan, ne de kıştan;
Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış'tan.
Yok zerre teselli ne görüşten, ne bakıştan,
Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış'tan.
Güfteyi de, Münir Nurettin bestelemişti.
* * *
O tarihlerde de kimsenin aklına, Hazine'den geçinmeli makam sahiplerinin, bütçeyi nasıl kullandıklarını merak etmek yine gelmiyordu.
Tıpkı taşra kasabalarındaki yaşamlarla, istanbul'daki yaşamlar arasındaki uçurumu kapatma sorunu da, kimsenin aklına gelmediği gibi.
* * *
Vaktiyle akla gelmemiş sorunlar kaybolmuyor ki; tam tersine umacılaşa umacılaşa tekrar çıkıveriyor yeni kuşakların karşısına...
* * *
1934 yılında Ankara'da Ulus Meydanı-Bakanlıklar arasındaki bulvarlara çıkmış yalınayak köylüleri, inzibatlar:
- Haydi hemşerim, yan sokaklara sap, buralarda dolaşma, diye; bulvarlardan uzaklaştırırlardı.
* * *
Resmi bayramlarda ise, caddelere kurulan zafer takları üstüne boydan boya gerilmiş bez bantlarda şöyle yazardı:
"Köylü efendimizdir"
* * *
Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak:
- Sonra Bulgar gelir, Yunan gelir...
Gerekçesiyle, karayollarının yapımına karşı çıkardı.
Asıl neden, köylerin kentlere göçünü engellemekti.
* * *
1945'te ismet Paşa, dış politikanın rotasını Washington'a doğru kırdığında; ABD 2 koşulla dikilmişti karşısına:
1- Dış politikaları aynı olma koşuluyla, çok partili döneme geçmek...
2- Karayolları seferberliğini başlatmak...
* * *
Böylece yoksul taşra, batıdaki kentlere doğru akmaya ve kadastrosuz Hazine arazilerini de yağmalamaya ve önce gecekondular dikip, sonra da -yapsatçılar aracılığıyla- gecekonduları beton apartmanlara dönüştürmeye başladı.
* * *
Yeterli bir altyapıdan zaten yoksun olan kentler; kuraklıkla susuzluğa karşı da yeterli önlemler zamanında alınmayınca, başkentin bugünkü kepazeliğine yuvarlandı.
* * *
Hiç enseyi karartmayalım.
21. yüzyılın çarkları, 30-40 yıl içinde öylesine bir değiştirecektir ki, dünyayı da, Türkiye'yi de; nasıl 1930'larda yaşamışlar, bugünkü cep telefonlarıyla TV'leri görseler şaşkınlıktan küçük dillerini yutacaklarsa; bugünkü Ankara'da bok kokuları içinde yaşayanlar da, 2050 yılının Ankara'sını gördüklerinde şaşkınlıktan apışıp kalacaklardır.
* * *
Okyanusları arıtan ve kuraklık sorununu kökünden çözümleyen teknik kuruluşlar devreye girdiğinde...
insanlar, hem yerde otomobil gibi giden, hem gökte helikopter gibi uçan, hem denizde sürat moturu gibi yüzen, yeni özel araçlara sahip olduklarında...
Kentlerde ne trafik sorunu kalır, ne kanalizasyon sorunu, ne kuraklık sorunu.
* * *
Böyle fütürist bir yaklaşıma, Başbakan Tayyip Bey ile cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül ne der bilemiyorum.
Herhalde Kanuni Sultan Süleyman'ın da hafsalası, Uzay Mekiği'ndeki astronotların, 24 saatte "yer" küresi çevresinde 15 kez döneceklerini algılayamazdı.
* * *
Türkiye de daha bir süre, 100 yıl sonra bakıldığında, dudak bükülecek birtakım tatsız gariplikler yaşayabilir.
Ne yaşanacaksa, başka türlüsü yaşanamadığı için yaşanacak...
* * *
Haydi gelin Behçet Kemal'le Münir Nurettin'in, bugün için artık nostaljik sayılan şarkısını mırıldanalım:
Yok başka yerin bir lütfu ne yazdan, ne de kıştan;
Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış'tan.
* * *
Bir de şu rögarlardan Ankara kokuları çıkmasaydı...