voyage au bout de la nuit

entry31 galeri
    25.
  1. Günde bir öğün sıcak çorba ve her gece yatacak yer verebilen bir yetimhane ile tekinsiz sokaklar arasında çok fark vardır, kimsesiz bir çocuk açısından. ilkinde tecavüz bir ihtimal, ikincisinde neredeyse kaçınılmazdır, sözgelimi. ilkinde asgari bir sağlık mevzu bahis olabilir, ikincisi kesinlikle hastalık, muhtemelen erken ölümdür. Hayata bir gıdım olsun iyiliğe meyilli bir şekil kazandırmak ile tersini yapmak arasında dağlar, ovalar, okyanuslar kadar fark vardır. Acımasız, vahşi, kopmuş, çürümüş, salyalar saçan bir dünyanın ortasında kalakalmış bir çocuğu koruyup kollama istikametinde yapılacak küçücük bir özel veya tüzel tercih, bütün dünyayı kurtarabilir. Zira kötülüğün sarıp sarmaladığı bir vücuttaki 'iyilik' hücresidir o. Belki de yegâne hayırlı 'kanser' vakasıdır. Eğer hayat, hayatımız, yani yeryüzü devam edecekse, kanserin yayılmasını umut etmekten başka çaremiz yoktur...

    Paranın ve kârın, irili ufaklı bütün ilişkileri zehirleyen kirli dengeler üzerine bina olmuş hükmü devam ettiği sürece, 'sevmek ve sevilmek' giderek imkânsızlaşacaktır. En arı şefkat ve sevgi ilişkisinin atfedildiği anne ile çocuk arasında bile koca bir şehrin kuburlarını dolduracak kadar pislik birikecektir. Kapitalizm, insanın vahşi hayatta kalma güdüsünün, hukuk ve demokrasi gibi uyuşturucularla makulleştirilip yüksek teknolojiyle birleşmesinden ibarettir, ki bu da müstakbel kıyametin kod adından başka bir şey değildir. Dünyayı kendi köyünden, kavminden, kabilesinden, aşiretinden menkul sanan ve devletin resmi kayıtlarında yer almayan son insan da öldüğünde, iyilik yazılabilir bir şey, bırakın yazmayı, işaret edilip hatırlatılabilir bir şey olmaktan ilelebet çıkacaktır. Yani, Louis Ferdinand Celine haklı çıkacaktır...

    * * *

    Celine, onu okumaya başladığım andan itibaren benim yazarım, benim adamım. Şöyle oldu: Charles Bukowski'nin Kasabanın En Güzel Kızı (Metis, 1992) kitabının son bölümünde, "Pis Moruğun Notları"nda rastladım adına ilkin. Bukowski, "Yazdığı tek bir cümleyi dünyalara değişmem" mealinde bir laf ediyordu onun hakkında. Böylesine iddialı bir cümle, Bukowski'nin yazma-içme sicili göz önüne alındığında, epey kuşkulu görünmüştü bana. Lakin çok da merak etmiştim.

    1990'ların ortasına ait bu anlattığım. Aradan yıllar geçti ve 2002'de Tol yayınlandı. Birkaç ay sonra da Celine'in Gecenin Sonuna Yolculuk'unu gördüm bir kitapçının rafında. Kitabın kapağını açtım ve bitirene kadar başından kalkamadım. Kitabı kapattığımda ne Bukowski'nin söylediğine dair zerre şüphe, ne de kendi taze yazarlığıma dair gıdım moral kalmıştı bende. O günlerde benimle Tol'la alakalı röportaj yapan bir gazetecinin karşısında, bütün samimiyetimle şu cümleyi kurdum: "Celine'i daha önce okusaydım, belki roman yazmaya kalkışmazdım." Sonrasında, ne lüzum varsa, bir roman daha yazmış olsam da, o cümleyi hiç çekinmeden yine kurabilirim...

    Celine'e duyduğum hayranlığın edebi sebeplerine dair uzun uzun satırlar yazasım yok hiç, zira öbür taraftan o cümlelere bakıp bana kıçıyla gülmesinden korkarım. Bir de şu var ki, öfkesi burnundan taşan, şapşal bir ne yapacağını bilmezlik halinde, otuz senelik hayatı elinde pis kokulu bir post gibi kalakalmış biri olarak okudum ben Celine'i, yani âdeta ısmarlama bir eldiven misali giydim. O yüzden de şu an kelimeler ağzıma doluşuyor, Celine'i anlatmak benim için bir tür çaresizce ayıklama gayretine dönüşüyor ve içim fena halde sıkılıyor. Fakat Celine'i henüz okumamış okurlar için, naçizane zikretmek arzusu duyduğum bazı hususlar var yine de:

    Ey okur, Gecenin Sonuna Yolculuk adlı kitaba başlamadan önce, ömür listende mutlak, doğru ve ebedi sandığın ne kadar sevgi, hürmet ve sadakat maddesi varsa üzerini çiz. Annene, babana, kardeşine, bilhassa devlete, millete, cemiyete karşı az çok muhabbet besliyorsan, muhabbeti hemen kes, sus ve dinle. Kulaklarını iyice aç ki, üçüncü sınıf komedi filmlerinde işitip gülmeye aşina olduğun bir bataklık lisanı, görkemli bir medeniyetin eşsiz, tavizsiz ve taş gibi sert kutsal kitabı misali dolabilsin damarlarına. Ağzını iyice aç ki, aynı anda pişirilen bir ton karnabahardan daha beter kokan çürümüş cesetlerin, en bakılmaz gulyabanilerden daha çirkin ve korkunç ruhları, sızabilsin bağırsaklarına...

    Ey okur, evinin mezar, yurdunun araf, dünyanın cehennem olduğu bilgisiyle iştigal etmek istemiyorsan, sözgelimi bir başkentin bir tepesinde inşa edilmiş bir kabrin cümle kimsesizleri ısıtmaya kafi gelen, kocaman bir kalorifer peteği olduğuna inanıyorsan, ipinle kuşağın birbirine denkse yani, hiç açma o kitabın kapağını. Ama illa açacaksan, ki tapınak duvarlarında esamisi okunmayan yasadışı ilahlar bu cesaretin için seni tebrik etsinler, yaşamak için ihtiyaç duyduğun rahatlatıcı ve şen yalanların bir tekini bile orada bulamayacağını bil.

    'Gecenin sonuna' doğru çıktığın bu yolculukta kirleneceğini ve pis pis kokacağını bil. Hayatının sonuna kadar çıkmayacaktır o koku üzerinden, dünyanın bütün parfümlerini kalan pislik ömrüne sıksan da. Zira, ey okur, vicdansız bir cellat, iflah olmaz bir 'hırt' olduğunu öğreneceksin bu kitabı okuduğunda...

    * * *

    Yazıyı Gecenin Sonuna Yolculuk'tan bir alıntıyla bitirmek niyetindeyim. Ama önce, bir okur olarak, teşekkür edeceklerim var: Harika tercümeden dolayı Yiğit Bener'e... Kim bilir nasıl delice bir mesaiydi Celine'i Türkçeleştirmek, ellerine sağlık Yiğit Bener, çok teşekkür ederim... Yiğit Bener'in amcası Vüs'at O. Bener ve babası Erhan Bener'e sonra... Kitabın yayınlanmasından önce henüz hayatta olan ve metni gözden geçirdikleri kitabın kapağında vurgulanan o iki muhteşem merhumun, tercümenin daha da lezzet kazanmasında büyük katkısı olduğuna eminim. Çok sağolsunlar, nurlar içinde yatsınlar...

    YKY'ye de teşekkür ederim. Belli ki yetmiş yıl boyu bütün yayıncıların gözünü korkuttuğu için el atılamamış bu şaheseri, benim gibi Fransızca bilmeyen okurlara sunduğu için...

    * * *

    Ve şimdi, 'yolculuğun' bir kısmını tecrübe etmenin vaktidir:

    ... Fukaranın hırsızlığı haince bir ihkakı hak'ka dönüşüyor, anlıyor musunuz... Öyle olursa bu işin sonu nereye varır? Dolayısıyla, dikkatinizi çekerim, ufak tefek aşırmaların cezalandırılması dünyanın her yerinde en katı biçimde uygulanır, yalnızca bir sosyal savunma yöntemi olarak değil, ama aynı zamanda, özellikle de tüm zavallılara yönelik ciddi bir gözdağı olarak, otursunlar oturdukları yerde, kendi sınıflarında, keyiflerine baksınlar, yüzyıllar boyunca ve sonsuza dek açlıktan ve sefaletten gebermeye güler yüzle razı olsunlar... Ama şimdiye kadar küçük hırsızların Cumhuriyetimizde sahip oldukları bir ayrıcalık vardı, o da vatansever silahları kuşanmak onurundan mahrum bırakılmak. Olsa yarından itibaren bu durum değişecek, yarından itibaren, bir hırsız olan ben, ordudaki yerime geri döneceğim... Emirler böyleymiş... Yukarıdaki birileri, benim 'gaflet anım' diye nitelendirdikleri şeye sünger çekmeye karar vermişler, bunu da, dikkat buyurun, yine 'ailemin onuru' olarak adlandırılan şey adına yapmışlar. Ne âlicenaplık! Sorarım size dostum, ailem mi iç içe geçmiş Fransız ve Alman kurşunlarına hedef olup onları birbirinden ayırmak için elek görevi görecek?... Tek başına ben göreceğim o işlevi, öyle mi? Peki ya öldüğümde, ailemin onuru mu hortlatacak beni?... Bakın işte, savaşla ilgili şeyler geçip geride kaldığında ailemin neler yapacağını şimdiden görür gibiyim... Her şey unutulup gider... Keyifli Pazar günleri, geri gelen yazın çimlerinde zil takıp oynar o canım ailem benim, şimdiden görür gibiyim... O sırada ben, aile babası, yerin üç kat dibinde, içim dışım solucan olmuş, 14 Temmuz Milli Bayramı'nda sıçılan bir kilo boktan bile daha iğrenç, düş kırıklığına uğramış tüm çuvalımla muhteşem biçimde çürüyor olacağım... Meçhul çiftçinin ekinlerine gübre olmak, gerçek askeri bekleyen gelecek budur işte! Ah! Dostum! inanın bana, bu dünya aslında tamamen insanlarla taşak geçmek için yaratılmış koskocaman bir kandırmacadır! Siz gençsiniz. Bu keskin görüşlü dakikaların sizin için yıllar değerinde olmasını dilerim! Beni iyi dinleyin sevgili dostum, Toplumumuzun tüm öldürücü ikiyüzlülüklerini ışıldatan bu temel işareti, önemini iyice sindirmeden bir daha asla atlamayın: 'Çulsuzun kaderine, yaşam koşullarına şefkatle eğilmek...' Sizlere sesleniyorum, insancıklar, yaşamın salakları, dövülen, haraca bağlanan, ezelden beri terleyenler, sizi uyarıyorum, bu dünyanın kodamanları sizi sevmeye başladıklarında, bilin ki sizi savaş salamına çevireceklerdir... Bu kesin bir işarettir... Asla şaşmaz. Bu iş şefkatle başlar. XIV. Louis, hiç olmazsa, zavallı halkı hiç ama hiç takmıyordu, bari o unutulmasın. XV. Louis'e gelince, o da öyleydi. Halkı kıçının bezi yapıyordu. O zamanlar da yaşam kolay değildi elbette, yoksullar zaten asla iyi koşullarda yaşamadılar, ama hiç olmazsa günümüzün zorbalarının gösterdiği türden bir inat ve hırsla onları delik deşik etmeye çalışılmıyordu. Alttakiler ancak, iyi dinleyin, kodamanların aşağılamalarında huzur bulabilirler, çünkü onlar halkı sadece çıkar gereği ya da sadistlikleri tuttuğunda düşünürler...
    ...
    Onu, yani Princhard'ı, bir daha hiç görmedim. Onda aydınlara özgü tüm kusurlar vardı, koftu. Fazla şey biliyordu bu çocuk ve bu bildikleri kafasını karıştırıyordu. Heyecanlanmak ve karar verebilmek için bir sürü numaraya gereksinim duyuyordu...
    0 ...
  1. henüz yorum girilmemiş
© 2025 uludağ sözlük