sonbahara tek başına giren kişi sloganı.
kaldırımların, gökkuşağı renginden griye çaldığı günlere girmiştik. her zamanki gibi mevsim tüm geçişiyle bünyemi, vücudumu ve hayat ışığımı isviçre borsası misali dalgalandırıyordu. dışarı çıkıp, ufak çaplı bir yürüyüşe koyuldum. insanlar mevsim geçişini anlamamışlardı ya da yanlış anlamışlardı. zorla mutlu olmaya çalışıyorlardı. bu gayretlerini gayet anlamlı buldum. hepi topu 70 senelik ömrü olan bedenlerin '' biraz daha güneş'' çağrısıydı bu.
kuşları aradı gözlerim önce mavinin yüzeyinde manevra yapan martıları, sonra maviye dalıp çıkan karabatakları daha sonra da bir terastan taklalar atarak uzaklaşan beyaz güvercinleri gördüm. bir tanesi o kadar orijinal bir şov sergiliyordu ki izlemek için yolun diğer tarafındaki çay bahçesine oturup bir çay söyledim. ve izlemeye koyuldum. yaklaşık otuz dakika o güvercini izledikten sonra yoldan geçen bir kafileye takıldı gözüm. 20-30 kişiden oluşan bu tayfa bir motorsiklet çetesiydi. üzerindeki iri yarı ağabeyler ve dar kot şortlarıyla insanları bedenlerine davet eden seksi ablalar, kısa süreli bir göz şölenine sebep olmuşlardı. bu insan sürüsüne bakıp doğada tek başına hayat sürmeye çalışan bir kurt olduğum fikrine kapıldım ve yaşam alanımın çizgilerini belirlemek için küçük bir osuruk atıp, ayağa kalktım. tekrar yürümeye koyuldum. karşı kaldırımda sevişen erkek bir kedi ile göz göze geldim. hiç çekinmedi, oracıkta pompasına devam etti arkadaş.
ben ise tabiata kendimi daha fazla göstererek onu utandırmak istiyordum. şu karşınızda duran zat, hayatı, tek başına bükebileceğini adeta onu bir oyun hamuru misali şekilden şekle sokabileceğini iddia ediyordu. uzunca yürüyüp dahil olabileceğim bir insan grubu aradım. sonra yorulup, acıktığım için belediye otobüsüne binip eve döndüm. annem beni süheyl uygur neşesi ile karşıladı. tavuklu pilav yaptığını ve istersem bir tabak verebileceğini söyledi. ben de '' hayırdır anne, biri mi öldü?'' şeklinde gayet bayağı bir şaka yaptım. ama annem '' mahmut dayın ölmüş. '' dedi. '' mahmut dayım mı? vay benim mahmut dayım... '' gibisinden ağlamaya koyulurken, benim hiç mahmut dayım olmadığını hatırladım. annem de sağlam bir kahkaha attı. ufaktan beri gerçek ile şakayı 5 dakika içerisinde anlayamam. en az 5 dakika sorgulamam gerekir. annem de bu huyumu çok iyi bildiğinden oğlunun gözleri önünde 5 dakika boyunca ağlamasına izin verdi. ne anneler var? görüyorsunuz arkadaşlar.
akşam olmuştu, hava kararmaya başlamıştı bile. babam işten gelip arka bahçede hummalı bir çiçek yetiştiriciliği eylemine koyulmuştu. babam, hayatın yorucu yüküne çiçek yetiştirerek katlanan bir insandı. bir sigara yakıp arka balkondan babamı izlemeye koyuldum. o rengarenk çiçeklerin arasında öylesine mutluydu ki uyandırmaya kıyamadım. uyandırıp '' baba ben çok mutsuzum, yalnızlıktan ölüyorum'' demeye kıyamadım. mutsuzluğumla onu da mutsuz etmeye hakkım yoktu. mesela yarın yine güneş doğacaktı ve ben şuradaki küçük çiçeğin üzerine düşen bir çiğ tanesi olacaktım. belki de şu karşı dağda kar olacaktım, sahipsiz bir mezar olacaktım, arayıp bulacaklardı beni. yorulduğumu hissedip 12 saatlik bir uykuya koyuldum.