yakında hayatını bir kere daha taşıması gerekecekti bir yerden, bir başka yere. bir hayattan, başka bir hayata. bir deniz kıyısından bir dağın eteklerine, bir hatıralar yığınından bir bilinmezler çukuruna. iyi olmasını ümid etti elindeki çay bardağını parmakları arasında çevirirken...
yaz ayları süresince devam ettiği bir dil kursu vardı. biraz kafasını dağıtmak için girişmişti aslında bunevi bir işe ama "gitmek" her dilde karşılık buluyordu kendisine ve "yalnızlık" ve "ağlamak" ve "kabullenmişlik" ve daha nice saçmalık hemen her dilde varolan basit şeylerdi nihayetinde. canı sigara istedi, çok istedi hem. ilk eşinden ayrıldıktan sonra bırakmıştı sigarayı ve sonra da canının bu kadar sigara istediğini anımsamıyordu. çokçadır rakı içmek de istiyordu aslında uzak yerlerde bir ekürisi bile vardı ve çağırsa hiç gözünü kırpmadan kalkıp da gelirdi ama çağırmazdı. kendince çok geçerli sebepleri vardı uzak durmak için. kim bilir belki kalbinin bir kere daha benzer şekilde kırılmasını kaldıracak kadar güçlü olmadığını düşünüyordu. onun yerine hemen her gün kendisi kırmayı yeğlerdi kalbini. tıpkı anlık kurduğu hayallerini dinamitlediği gibi, tıpkı kabus gördüğü yalnız gecelerinde onu silkeleyerek uyandıracak birinin varlığına izin vermediği gibi hayatında hayallerini kıracak birinin de varlığına dirençle karşı çıkabilecek kadar vardı.
hava çok da sıcak sayılmazdı ama ciddi anlamda terlemeye başlamıştı. önce avuçları, sonra saç dipleri ve hızla ter sarıyordu durduğu yerde vücudunu. tedirginlik yaşıyor olmalıydı düşüncelerde dahi. genelde tedirgin olduğu zamanlarda terlerdi böyle aniden ve böylesine bütün bedeni. bir de sevişmelerinde şahit olurdu benzer bir duruma. öpüşürken avuçlarının içi terlerdi, kasıklar bütünleşmeye yakın saç dipleri ve sonra bütün bedeni ve sonra tekrar tekrar. gözlerini kıstı, çay bardağını en çok yarılayacak kadar dolu olan çaya baktı, severdi. sevdiği nadir şeylerden biriydi çay şu hayatta. annesini severdi, bir de kardeşini. babasını biraz severdi, affedemediği kabahatleri olmasına bakacak olursa aslında babasını hakettiğinden çok, daha çok severdi. ama sevmek dediğimiz şey bir karşılıklılık halinden daha beter bir şeydi. bir kitapta okumuştu beklemeden severdi aslında seven, bir şiirde de bahsediyordu gelmeyecek birini nasıl sevebileceğimizden ve şarkısı bile vardı anlaşmanın sevmek demek olmadığını mırıldanan. belki de bu yüzden severdi babasını. belki de dini inançlarının silikliğinden dolayı kendine yakın hissettiği için. annesi biraz daha mutaassıp sayılırdı babasına göre ama annesini daha çok severdi bir şekilde sevgiyi ölçebilmek mümkün olsaydı. ama okuduğu kitaplardan sevginin bir ölçütü olmadığını, ölçülebilir bir şey olmadığını ve hatta sevgi ile sevginin dahi mukayese edilemez şeyler olduğunu öğrenmişti.
cebinden bilmem nereden tanıdıkları olan bilmemkim teyzenin tavsiyesi ile annesine ve oradan da kendisine ulaşmış bir nakliye firması numarasının yazılı olduğu kağıdı çıkarttı. bir süre kağıdın üzerine gelişigüzel yazılmış ve aradığında kime hitap edeceğini dahi bilme imkânı tanımayacak şekilde isimsiz bırakılmış numaralara baktı. sonunda aramaya karar verdi bu numarayı, delirmiş olmalılardı. alt tarafı bir kaç parça eşya için yaklaşık olarak eşyaların ederi kadar bir tutar istiyorlardı. belki de bu nakliye firmaları ile spotçular ortak çalışıyorlardı, neden olmasın. bu sayede nakliye masraflarını yüksek bulan kimseler eşyalarını yok pahasına spotçulara satacak ve gittikleri şehirde yeniden bir ev kurmayı istiyorlarsa gene ekonomik olduğu için spotçuları dolaşıp, yaklaşık eşyaları sattıklarının bilmemkaç katına ama nakliye masraflarının biraz daha azına edineceklerdi. tek sorunu, biraz fazla titiz olmasıydı. daha önce kim olduğunu bilmediği birinin kullandığı kanepeler, masalar, buzdolapları, çamaşı-bulaşık makineleri çok da cezbetmiyordu ilgisini. aslında "kim tarafından kullanıldıkları" da çok önemsenir şey değildi onun için ama "nasıl kullandıkları" fena bir konuydu.
çay bardağında sallanan son yudumu içti, saatini teftiş etti. küfür etmek istedi ama neye edeceğini bilmediği gibi nasıl edeceğini de öğretmemişlerdi ki vaktinde.
gene de bir küfürmüşçesine yaptığı kalktı, madeni parayı çay bardağının yanına bırakarak. sanki yıllardır çay ocaklarında, kahvelerde maç izleyen orta yaşlı bir adamın ruh hâlini andırıyordu ruh hâli...