derken, yağmurlu bir pazar sabahı evden çıktı. ortalık tenha, dükkanların çoğu kapalıydı. otobüslerin buğulu camları ardındaki silik yüzlerin birkaçına baktıktan sonra aynı istikamete, kuzeye doğru yürümeye devam etti. bir kızın renkli boyun atkısına takıldı gözü, ıslak kaldırımlar üzerinde yürürken. hâlâ takıntılıydı her ne kadar inkar etse de. montun kollarından gelen hışırtı haricinde ses yoktu, kafasının içindeki bir kuyu dolu insanın sesini dahil etmediği sürece. demiryolu köprüsüne yüz metre mesafedeki banka oturdu biraz. uzandı sonra. gözlerini, hep ardını merak ettiği o gökyüzüne dikti. çocukluğunu düşündü. çocukluk da gökyüzü gibi, hiçbir yere gitmiyor diye düşündü adam. düşünceler derinleştikçe uykuya daldı. rüya gördü.
bitkin uyandı o banktan. telefon etti kız kardeşine. dedi ki;
her şey aynı. şarkılar gibi, tavan gibi, boşluk gibi, her sabah edilen küfür gibi, gözyaşı gibi. evet hâlâ telefon kulübelerini düşünüyorum. her biri bir pripyat. bu telefon kulübelerinin sessizliğiyle yaşıyorum, yani her şey aynı. eminim ki babam da aynıdır. hiç kimse babamdan daha sert değil sanıyordum. fakat hayat babamdan daha sert, bunu öğrendim. belki bir gün antidepresan kokulu idrar örnekleri sana da öğretecek bunu. deli misin, buna izin vermem hiçbir zaman. nefes alıp vermek yeteri kadar tiksindirici, biliyorum. gözler kan kırmızı hüzün taşıyor bazen, biliyorum. gölgemiz bile bize ağırlık yapıyor bazen, biliyorum. yapman gereken tek şey nasıl gülümsediğimi hatırlamak. o bizim yol haritamız olacak. o bizim kimliğimiz olacak. bu sefer kim olduğumuz hakkında hataya düşmeyeceğiz. sen değil, ben bu hataya düşmeyeceğim. her soruya üç cevap yok artık. sessizliği iletişim aracı olarak kullanacağız anlaştık mı? hiç kelime çok sevgi. hiç özlem çok saç.
demiş ve kapatmış telefonu adam.
bana gelince;
merak etme, merak etme beni. nasılsa var edilmiş derdin mahvedilmiş hastasıyız biz. dert; hâlâ bir dakika sonranın geçmişi en büyük dert. ben tebessümü zamanın çatı katından fırlatırken sen içime doldur aynı zamanın paslanmış pillerini. sorun değil bu. sana sessizlik kadar gürültü çıkarabilecek mesafedeyim. mavi elvedalar mevsimi değil bu, yaktık onu biz. güneş kadar milimetrik rüyalar seni istila ederken aynı saatlerde geçmişin parkelerine saplanır kırık saçlarım. aynı saatlerde yatağımın altındaki karıncalarla tavana bakakalırken sana kıtalarca denizden akşamüstleri toplarım. genişletilmiş bencilliğime sığdırabildiğim bir melek olman nasıl bir şey anlat bana. avuçlarımın içinde pimi çekilmiş el bombası niteliğindeki kalbini ne kadar sıkı tutabileceğimi anlat bana. saçındaki papatya tarlalarını da anlat. ben çocuk olmaktan korkmuyorum; bulutlara nasıl yaslanmam gerektiğini anlat. bana biraz eylül topla. bunları bildiğini biliyorum. her şeyi bildiğini bildiğimi de bilirsin. bilinmezliğe çıkan neyse, bizim dışımızda o bilinsin istemiyorum ama. ağladıkça bilineni ve bildikçe ağlatanı bilmeni istemiyorum. yorgun değilsen hayatımın en uzun soru işaretini, yağmuru da anlat bana.