tek istediği biraz huzurdu

entry24 galeri
    8.
  1. yaz tatilini ailesinin yanında geçirecekti...

    denizi severdi aslında ama kırsal sancılara hep gebeydi ruhunun bir yanı. vuslatları sevip de hasretleri yudumladığı gibi belki de el mahkûmdu. anne-babası, abisi, üvey kız kardeşi ve küçük kardeşi ile "mutlu aile" oyunlarını oynamak da en eğlenceli aktivitelerinden biriydi.

    bozmazdı hem bunevi oyunları kolay kolay. bu kırsal coğrafyada belli bir hadde kadar biriktirdiği anıları da vardı ama kafası uzun, çok uzun zaman sonra ilk kez böylesi karışıktı. sürekli ikilemde kalıyor ve sürekli olarak bir şeyleri seçmek, tercih etmek zorunda kalıyordu. evine giderken bir yol kullanacaktı ve gene aynı ikilemde buldu kendini. çingeneleri çok da sevmezdi ama çiçekleri severdi. çiçek satan çingenelerin çevrelediği yolu da bu sebepten sevmeye daha yakın durmuştu hep. lise yıllarında hergün geçtiği bu sokakta adımlarını yavaşlatırdı, nefeslerini derin derin alırdı. gözleri, begonyalara takılırdı ve hayat gelip onun yeşil, yapraklar kadar, derenin akan suyu kadar yeşil gözlerine.

    sabahın, erken saatiydi evin kapısına geldiğinde. anahtarı vardı bereket, hep olmuştu. kapıyı açtı sessizce ve kimseyi uyandırmak istemezcesine usulca girdi içeriye. kapıyı sessizce kapatmaya çalışırken içeriden gelen sesleri duydu; kimse uyumuyordu. önce küçük kardeşi gördü geldiğini. en sevdiği ablasıydı gelen ve neşe kaplamıştı bir şekilde. sesi titreyerek konuştu kardeşiyle. sonra annesi, babasını vaktiyle terketmemiş ve üvey kardeşini dahi kendi evladıymışçasına kabul etmiş annesi ve sonra her şeye rağmen muazzam bir sevgi ile kabullendiği babası...

    evindeydi işte. kabuslar görmeyeceği ve hatta belki de kabusların zaten gerçeğe dönmekte pek fazla çaba sarfetmediği yığıntının içindeydi. kahvaltı yaptılar, çay içtiler ve konuştular bol bol. sorulardan sıkıldı bir an. ailesinden uzaktayken de iyi olduğunu ailesine anlatmakta zorlanıyordu. aslında çok da iyi olmadığını kendisi de biliyordu. garip bir eksiklik, yoksunluk hissediyordu, biliyordu. alıştığı hemen her şeye karşı da aynı çaresiz duygusallık içindeydi, kaçamıyordu.

    bir vuslata, bir hasret karışıp duruyordu zihninin bir köşesinde. o köşede bir adam vardı belki. çirkin bir adam, hem fena bir çirkinlikti o adamın çirkinliği. aklına geldi, merak ediyor ama çok da umursamamaya ve hayatının son döneminde hemen her şeye karşı takındığı, bir bilgisayar yazılımıymışçasına sürekli geliştirme çabalarına giriştiği umursamazlığının neden sekteye uğradığını anlamaya çalışıyordu. artık ritmini rölantiye oturttuğu kalbinin herhangi bir şey karşısında heyecan ile çarptığı bir anını anımsamaya çalışıyordu. ömrünün bir noktasından sonra kaybettiği bazı şeylerin, ortaya çıkmasını ve bir şekilde gelip ayağına takılmasını kabullenemiyordu.

    öldüğünü ve kaldırıp da mahalle mezarlığına gömdüğünü sandığı bazı şeylerin toprağı kabarta kabarta nefes alışını anlamıyor, üstüne gidecek cesareti ve kaçıp kurtulacak enerjiyi kendisinde bulamıyordu.

    fena karıştı kafası. aklında hep başka türlü kaçış planları, içinde hep onun kararlılığına gölge düşürecek bir merak ve kalıbına sığamama durumu.

    ne yapacağını bilmiyordu, mutsuzluk zaten bir şövalye zırhı gibi yapışmıştı üstüne çok zamandır, hadi bunca yorgunluk da o zırhın ağırlığındandır. ama bir türlü kendisini bulamıyor, bu konuda antrenmansız da olduğu için çok zamandır oldukça zorlanıyordu. ihtimaller hep vardı aslında. ölümcül ihtimaller hep oradaydılar ama gerçekleşmekten uzak duruyorlardı. şimdi ölümcül ihtimaller kuşatıyordu bütün cephelerini. direnmek ya da teslim olmak dahi bir anlam ifade etmiyordu.

    gözlerini kırpıştırdı. geleli henüz çok az bir zaman olmuş ama karmaşasının da kendisiyle beraber çıkıp da geldiğini anlamıştı.

    kafası, çok fena karışmıştı. oysa bunevi karmaşalar karşısında çok uzun zamandır o kadar antrenmansızdı, o kadar hazırlıksızdı...
    0 ...
  1. henüz yorum girilmemiş
© 2025 uludağ sözlük