hz muhammed in güzel ahlakı

entry20 galeri
    3.
  1. --spoiler--
    Yüce Allah, Nisâ sûresinin 36. âyetinde şöyle buyurmaktadır: "Allah'a kulluk edin ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve elinizin altında bulunanlara 'ihsan' üzere davranın. Muhakkak ki Allah, kendisini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez." ihsan, Resul-ü Ekrem'in içinde bulunduğu ilişkiler bütünündeki istisnâsız tutumuydu. Sevgi, şefkat, merhamet, hilm, nezaket, incelik, fedakârlık, cömertlik ve cesaret gibi üstün ahlâkî vasıflarının bir yumağı idi. "Gerçekten iman etmedikçe cennete giremezsiniz, gerçekten birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Sizlere gerçekten birbirinizi sevebilmenin yolunu öğreteyim mi? Selâmlaşınız." der, yemek yedirmeyi, tanıdık tanımadık herkese selâm vermeyi islâm'ın en hayırlı amellerinden sayardı. Resul-ü Ekrem (a.s.m.) çevresindeki herkesle ilgilenir, karşılaştıklarına önce davranıp selâm verir, musâfaha ettiğinde karşısındaki elini çekmedikçe elini çekmez, birisiyle konuştuğunda muhâtabı sözünü bitirip ayrılmadıkça onu bırakmaz, döndüğünde bütün cephesiyle dönerdi.

    Herkesi kuşatan sevgi ve ilgisi ahlâkının ayrılmaz parçasıydı. Anne ve babasını küçük yaşlarda kaybetmiş olmasına rağmen onları unutmamış, yıllar sonra bir vesile ile harap olmuş bir mezarın yanından geçerken durup oturmuş, ince ruhundan sızan gözyaşları ile 'Bu Vehb kızı Âmine'nin kabridir' demişti. Kendisine emeği geçenleri asla unutmaz, daima onları hayırla yâd ederdi. Amcası Ebû Tâlib'in hanımının, dadısı Ümmü Eymen'in, sütannesi Halime'nin ve ailesinin O'nun gönlünde özel bir yeri vardı. Sütannesi geldiğinde, onu hürmetle karşılar, ilgi ile ağırlar, hırkasını çıkarıp altına sererdi. Ölümü sonrasında babanın arkadaşlarına iyiliği merhametin gereklerinden sayar, 'içlerinde akrabaları ile ilişkilerini kesen bir kimsenin bulunduğu topluluğa Allah'ın rahmeti inmez' der, sırasıyla annenin, babanın, yakın akrabaların kişinin üzerinde hakları olduğunu beyan ederdi. Dostlarına karşı vefalı ve samimi idi. 26 yıl beraber yaşadıkları ilk eşi Hz. Hatice'yi daima hayırla yâd etmelesi, vefatından yıllar sonra bile bir koyun kestiklerinde bir parçasını Hz. Hatice annemizin arkadaşlarına göndermeleri, kızı Zeyneb'in, savaşta esir düşmüş kocasının fidyesi için annesinden yadigâr gerdanlığını Resul-ü Ekrem'e gönderdiğinde gerdanlığı görüp de ağlaması eşsiz bir vefânın örnekleri değil midir?

    Resul-ü Ekrem, bir peygamber, bir insan, bir komutan, bir hâkim, bir dost, bir komşu, bir akraba... Bir insan olarak bütün sorumluluklarını yerine getirir, hayatı her şeyiyle paylaşırdı. Kendisini arkadaşlarından ayırmaz, 'kendisini ayrıcalıklı göreni Allah sevmez' derdi. Ashabı ile birlikte oturur, fakirler ve kimsesizler ile birlikte yiyip içerdi. Onların konuşmalarına katılır, mecliste boş bulduğu yere otururdu. Meclisinde bulunan herkes ilgi ve sevgisinden hisse alır, her biri Resul-ü Ekrem'in en çok kendisini sevdiği duygusuna kapılırdı. Dertleriyle dertlenir, sevinçleriyle sevinir, gecesi gündüzüyle hayatı onlarla paylaşırdı. Yapılması gerekli bir iş olduğunda hemen el atar, Mescid-i Nebevî'nin yapımında, şehrin etrafına hendek kazımında olduğu gibi onlarla beraber çalışır, girdiği savaşlarda olduğu gibi tehlike anlarında hep ön plana çıkarak onlara örnek ve siper olurdu.

    "Büyüklerine saygı duymayan, küçüklerini de sevmeyen kimse bizden değildir" der, çevresinde bulunan herkese güzelce muamele ederdi. Mekke'de iken arkadaşı Habbâb bin Eret'i bir yere göndermiş, dönünceye kadar da bu işi yapacak kimsesi olmadığından her gün Habbâb'ın evine giderek keçilerini sağmıştı. Hayber fethi sonrası Habeşistan muhacirleri Medine'ye döndüklerinde "hangisine sevineyim, Hayber'in fethine mi, yoksa Cafer'in gelişine mi?" diyerek arkadaşlarına olan sevgisini göstermiştir.

    Ashabından biri vefat ettiğinde, arkasında mal bıraktıysa, onu mirasçılarına güzelce dağıtır, borç bıraktı ise onu üstlenip ödemeye çalışır, ödeyemediğinde "borçlu kimsenin cenaze namazını kılamam" diyerek Müslümanları borcu ödemeye teşvik ederdi.

    iyilik ve takva üzere yardımlaşmak, kötülük, günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmamak, O'nun çevresindekiler ile ilişkisinin genel karakteriydi. Ashâbını eğitmek, kötülüklerden temizleyerek iyiliklerle olgunlaştırmak için elinden geleni yapar, dünya ve âhiret saâdetleri için gayret ederdi. Onlara olan sevgi ve samimiyetine halel gelmemesi için "bana birbiriniz hakkında herhangi bir şey söylemeyin. Zira ben hepinizin karşısına temiz bir kalple çıkmak isterim" der, kimsenin kusurunu araştırmaz, kimseyi de hatasından dolayı yargılamazdı. Bir kimse bir hata yapıp günah işlediğinde, isim belirtmeden, kırıp incitmeden durumu düzeltir, aynı şekilde şüpheli şeylere meydan vermeyerek onların kalplerini de muhafaza ederdi.

    Hizmetinde bulunanlara evlâdı gibi muamele eder, "köleleriniz sizin kardeşlerinizdir. Onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin. Onlara köle, cariye değil, oğlum, kızım diye seslenin. Ağır bir iş vermeyin, verirseniz onlara yardımcı olun", "köleleriniz hakkında Allah'tan korkun" der, onları her fırsatta özgürlüğe kavuşturmayı en büyük iyiliklerden biri olarak görür, bütün esirlerine bu şekilde davranıp her birini özgürlüğüne kavuşturarak ashabına örnek olurdu.

    Çocukları sever, onları yolda oynarken gördüğünde selâm verir, bineğine bindirir, aralarına karışırdı. Bazen bir hizmetçi, bir cariye teklifsiz yanına gelir, kendisine yardım etmesini ister, o da hemen kalkıp onların işini görürdü. Dulların ihtiyaçlarını karşılar, yaşlı insanlara daima yardımcı olurdu. Medine'de yaşlılık sebebiyle bunamış bir kadın vardı. Bir gün bu kadın Resul-ü Ekrem'e gelmiş, "Muhammed, seninle bir işim var" demişti. Resul-ü Ekrem de onunla beraber sokağa çıkmış, oturarak onu dinlemiş ve isteğini yerine getirmişti.

    Sâliha kadını dünya nimetlerinin en güzeli olarak görür, "kadınlar hakkında Allah'tan korkun" derdi. Bir gün çok sayıda kadın akrabası Peygamberimiz'in etrafına oturmuş, yüksek sesle konuşuyorlardı. Hz. Ömer içeri girince hepsi susmuş ve çekilmişler, Resulullah da bu duruma gülmüştü. Hz. Ömer, "Ey Allah'ın Resulü, Allah seni hep mütebessim kılsın, neden güldün?" diye sorunca, Resul-ü Ekrem, kadınların ondan çekinip de sakınmalarına güldüğünü söyledi. Hz. Ömer'in "benden değil, Resulullah'tan korkun" sözü üzerine kadınlardan biri "O, senin kadar hiddetli değildir" demişti. Medine'ye girerken yol kenarında şarkı söyleyen küçük kız çocuklarını gördüğünde "Beni seviyor musunuz?" diye sormuş, "evet yâ Resulallah, seni seviyoruz" demeleri üzerine "Ben de sizleri seviyorum" demiştir.

    Resul-ü Ekrem, "Geniş olun! Zira Yüce Allah, geniş olanı sever" der, genişliği, hilmi ve anlayışı ile ashabına örnek olurdu. insanları, zayıflıkları, ihtiyaçları ve idealleri ile bütün olarak değerlendirir, onlara yadırgayıcı ve yargılayıcı olarak değil, anlayışlı bir yol gösterici olarak muamele ederdi. Anlamak, affetmek ve yol göstermek, O'nun insanlara karşı tavrının özüydü. "Hizmetçimi bir günde kaç defa affedeyim?" diye soran bir kimseye "yetmiş defa affet!" diye cevap vermiştir. Bir defasında bahçesine izinsiz girip de hurma toplayıp yiyen ve biraz da elbisesinin cebine koyan bir kimseyi azarlayarak ve elbisesini soyarak Resul-ü Ekrem'e şikâyet eden birine, "O, bilmiyordu, ona öğretmeliydin, o, açtı, onu doyurmalıydın!" diyerek bahçe sahibine nasıl davranması gerektiğini öğretmişti.

    Çöllerde göçebe halinde yaşayan bedevî insanlar, Medine'ye geldiklerinde Resul-ü Ekrem onlarla ilgilenir, kabalıklarını yadırgamazdı. Bir defasında yolda giderken bir bedevî gelmiş, Resul-ü Ekrem'in hırkasını arkadan çekerek "Muhammed! Yanındaki Allah'ın malından bana ver" demişti. Çekilen hırkası boynunda iz yapmış, Peygamberimiz bu haliyle dönmüş, tebessüm ederek arkadaşlarına "evet, istediğini verin" demişti.

    Resulullah (a.s.m.) Hz. Âişe'nin ifadesiyle hiçbir zaman şahsî intikam peşinde koşmamıştı. Kötülüklere iyilikle mukabelede bulunurdu. O, her zaman kerem sahibi, yüce gönüllü idi. Hayatı boyunca O'na tuzaklar kuran münafıklar, Yahudiler ve müşrikler de onun kerem ve şefkatinden nasiplerini almışlardı. Hayatını anlatan eserlerde, O'nun, münafıkların reisi Abdullah bin Übeyy vefat ettiğinde gömleğini kefen olarak ona verdiğini, olanca entrikalarına karşılık Yahudilere olan güzel ve âdil muâmelesini ve de onca mücadelenin neticesinde Mekke'ye girdiğinde orada müşriklere "gidiniz, hepiniz özgürsünüz" diyerek "Bugün sizi kınamak yok, Allah sizleri affetsin. O, merhametlilerin en merhametlisidir" (12/Yusuf, 92) ayetiyle hitap etmiş olduğunu, kendisini taşlayıp horlayanlar için, canına kastedip kendisiyle savaşanlar için Yüce Allah'a, "Allah'ım, onları affet, çünkü onlar bilmiyorlar" şeklinde dua ettiğini okuduğumuzda "(Ey Muhammed) Sen af yolunu tut, bağışla, iyiliği emret, cahillere de aldırma" (7/A'râf, 199) ayetinin hayata konabileceğini ve yine Resul-ü Ekrem'in "Rabbim, bana intikam alacak gücüme rağmen düşmanlarımı affetmemi, benimle ilişkisini kesenle görüşmemi ve beni mahrum bırakana vermemi emretti" sözünün hakikatini daha iyi anlayabiliyoruz.

    Yüce Allah, Âl-i imrân Sûresinin 159. âyetinde şöyle buyurmaktadır: "... Allah'ın rahmeti ile onlara yumuşak davrandın. Kaba, katı yürekli olsaydın, zaten etrafından dağılıp giderlerdi. Öyleyse onları affet, bağışlanmaları için dua et ve işlerinde onlara danış. Kararını verdiğinde de artık Allah'a tevekkül et. Zira O, kendisine tevekkül edenleri sever." Ayette ifade edilen Allah'ın rahmetinden kaynaklanan "yumuşaklığın" ve gerçekten eşsiz bir şekilde insanların küçüğüyle büyüğüyle, kadınıyla erkeğiyle, fakiriyle zenginiyle O'nun etrafında sevgiden bir tek vücut haline gelmelerinin sırrını merak eden için, namazı uzun tutup da cemaatten bazılarını usandıran sahabesini "namaz kıldırırken fazla uzun tutma. Cemaatte yaşlı olan, hasta olan vardır" diyerek uyaran ya da "nice zaman olur, uzunca bir namaz kılayım, diye namaza başlarım da, ağlayan bir çocuk sesi işittiğimde, arkamda namaz kılan annesinin şefkat duygularını bildiğimden, namazı kısa tutarım" diyen peygamberi düşünmek yeterlidir.

    Naz ve nimet içinde büyüdüğü halde, Müslüman olması sebebiyle ailesi tarafından dışlanıp fakr u zarûrete dûçar kalan Mus'ab bin Umeyr'i yırtık-pırtık elbiseler içinde gördüğünde gözyaşları akıtarak onun bu fedâkârlığına saygı gösteren, Câbir bin Abdullah'ın ifadesiyle, kendisinden bir şey istenildiğinde asla "hayır!" demeyen, kapısına gelenleri boş çevirmediğinden nice geceler ailesi ile birlikte aç yatan, elinde kalmış bir miktar parayı verecek bir fakir bulamadığında, o parayı alıp evine gidip yatmaktan utanıp da mescidde yatan ve sabahleyin bir fakir bulunup da o parayla ihtiyacı karşılandığında Allah'a hamd edip evine giden... Evet, bu ve benzeri örneklerde Resulullah'ın eşsiz ahlâkını görmek mümkündür.

    Hz. Peygamber, hediyeleşmeyi tavsiye eder, bunun sevgiyi arttırıp dostlukları pekiştireceğini söylerdi. Sadaka kabul etmemesine rağmen hediye kabul eder ve daha güzeli ile hediyelere karşılık verirdi. Varını yoğunu çevresindeki yoksul, ihtiyaç sahibi kimselerle paylaşır, verecek bir şeyi olmadığında da güzel sözler ile gönüllerini doyururdu. Gelir kaynaklarını, ailesinin geçimi için ayırdığı bir kısmı müstesna, fakirlere dağıtılacak şekilde düzenlemiştir. Cimrilik ve kötü huyun müminde bulunmayacağını söyler, insanların durumunu düzeltmek için elindeki tüm imkânları seferber ederdi. Bazen ödünç aldığı bir şeyi fazlasıyla geri öder, bazen satın aldığına anlaştıkları fiyatın fazlasını verir, bazen de ihtiyaç sahibi olduğunu anladığı bir kimseden bir şey satın alır, sonra da onu ona hediye ederdi.

    ibn Abbas'ın deyimiyle O, hayırlı işlerde rüzgârdan daha fazla cömerttir. Dostu Ebû Zer'e fakirleri sevmeyi ve onlara yakın olmayı tavsiye etmiş, sevgili eşi Hz. Âişe'ye de "Ey Âişe! Hiçbir zaman muhtaç birini kapından boş çevirme, verebileceğin yarım bir hurma da olsa ver. Ey Âişe! Fakirleri sev, yakınına al ki Allah da kıyamet gününde seni yakınına alsın" diye nasihat etmişti. Sık sık "Ey Allah'ım! Beni fakir bir insan olarak yaşat, bana fakir bir insan olarak ölmeyi nasip et ve beni fakirlerin arasında dirilt" diye duâ eder, Yüce Allah'tan, gerçek zenginlik olarak tanımladığı "gönül zenginliği" isterdi.

    Ashabının en fakir ve yoksul olanları, bir de devamlı eğitim-öğretimle meşgul olduklarından geçim sıkıntısı çekenleri, Ashâb-ı Suffe olarak tanınırlardı. Zira genelde mescitte kalırlar, Hz. Peygamber'in yanından ayrılmazlardı. Resul-ü Ekrem, her şeyini onlarla paylaşır, yemeğini onlarla yerdi. Büyük bir kazanı vardı. Yemek onda pişirilir ve beraberce yenilirdi. Onlar, O'nun daimî misafirleriydi. Bütün müminler de öyle. "Allah'a ve Ahiret gününe iman eden kimse, misafirine ikram etsin" diyerek "yemeğini, bıçağın deve hörgücüne gelmesinden daha çabuk ikram edildiği eve hayrın geleceğini" ve misafiri kapıya kadar geçirmenin sünnetin bir parçası olduğunu" söylerdi.

    Yetimlere bakmanın, şefkat göstermenin üstünlüğünden bahseder, dul ve miskinlere bakmanın Allah yolunda savaşmak veya gündüz oruç tutup gece namaz kılmak gibi olduğunu söylerdi. Ebû Zer'e bir gece yürürlerken "Ebû Zer! Şu Uhud dağı altın olsa da bana verilse, borcum için ayıracağım müstesna, bir dirheminin bile yanımda üç gün kalmasını istemem" demiştir.

    Resul-ü Ekrem, yağan yağmur tanelerinde Allah'la olan ahdi görür, "her bir canlıya yapılan iyiliğin sevap olduğunu" söylerdi. Sırtı karnına yapışmış bir deveye rastladığında sahibine, "bu dilsiz hayvanlar hakkında Allah'tan korkun, onlara güzelce binin, onları güzelce doyurun" demiştir. Yine bir defasında: "Otu bol bir yerde yolculuk ederseniz, devenize yerden nasibini verin. Eğer kurak bir bölgede yolculuk ederseniz, oradan süratle geçin. Eğer geceleyin bir yerde konaklarsanız, sakın yol kenarında konaklamayın, zira yol, geceleyin hayvanların gidip geldiği, böceklerin yuvalandığı yerdir" buyurmuşlardı. Canlılara iyi davranır, hayata Allah'ın bir emaneti olarak bakardı.

    Resul-ü Ekrem, yüksek sesle konuşmaz, arkadaşlarının yanında ayaklarını uzatmazdı. Ashabından Ebû Said el-Hudrî'nin ifadesiyle "bâkire kızlardan daha hayâlı idi, hoşlanıp hoşlanmadıkları yüzünden anlaşılırdı." Ağızının içi görülecek şekilde kahkaha ile gülmezdi. Hayânın, imanın bir parçası olduğunu beyan ile bir defasında "hayâ imandandır ve hayâlı olan kişi cennettedir. Hayâsızlık kalbin katılığındandır. Kalbi katı olan ise cehennemdedir" buyurmuşlardı.

    Yine bir defasında Hz. Âişe'ye "cezasını ben çekecek bile olsam, hiç kimsenin kabahati hakkında konuşmak istemem" demişlerdi. Asla kaba ifadeler kullanmaz, hayâ duygusunu davranışların kontrol mekanizması olarak görürdü. "Utanmadıktan sonra dilediğini yap!" sözü Peygamberlerin ortak sözü olup bunun en güzel ifadesi değil midir? O'nun hayâsı ve utangaçlığı, O'nu, soyutlanmaya, pasifleşmeye sevk etmez, yapması gerekenin ardında bırakmazdı. Zaten O'nun hayatı, Mekke'de yaşadıklarıyla, Medine'de yaşadıklarıyla, bütünüyle şükrün ve sabrın, Allah'a derin bir bağlılığın ve tevekkülün, azim ve sebatkârlığın ve nihayet eşsiz bir cesaretin en somut örnekleri ile doludur.

    Dinî, tebliğ süreci incelendiğinde sözlerin ifadeden aciz kalacağı bir manzara ile karşılaşılır. Derin bir huşu ile sarsılmaz bir iman ve azim ile... Bu gerçeği ifade için, "kendisine yapılan her türlü teklife karşılık olarak verdiği şu tarihî cevabın yeterli olacağını düşünüyoruz: "Güneşi sağ elime, ayı da sol elime koysalar ben, yine de davamdan vazgeçmem!" Hz. Ali der ki: "Bedir'de savaş bütün şiddetiyle devam ederken bazen biz Resulullah'ın arkasına sığınırdık. En cesurumuz O idi. Düşman saflarına en yakın yerde O bulunurdu."

    Hayâsı, cesaretine gölge olmadığı gibi, ciddiyet ve vakarı da neşe ve tebessümüne engel olmazdı. Allah ile beraberliği sıcak ve canlı muaşeretine perde olmazdı. Abdullah bin Hâris, Resulullah'tan daha hoş ve mütebessim bir kimse görmediğini söylerdi. Ashabıyla şakalaşır ve onlarla beraber gülerdi. Küçük kuşunun ölümüne üzülen Enes'in küçük kardeşine: "Ebû Umeyr! Nuheyr'e (küçük serçe) ne oldu?" diye soracak kadar çevresiyle ilgiliydi. "Bir peygamber zırhını giydi mi artık onu çıkarmaz" diyecek kadar sebatkâr, "Allah'ın hizmetçileri sefahat içinde yaşamazlar" diyecek kadar da fedakârdı.

    Karamsarlık, O'nun kalbinde bir yer bulamaz, imanı ve samimiyeti ile hayatın her anında, her türlü şart altında sorumluluk bilinciyle hareket ederdi. Kıyametin kopması esnasında bile eldeki fidanın dikilmesini tavsiye edecek kadar "hayır" ve "sorumluluk" anlayışına sahipti. Vefatına sebep olacak hastalığı ağırlaştığı için Hz. Ebû Bekir'i imamlığa geçirmiş, biraz iyileşip de odasının kapısından huşu ile namaz kılan ashâbını gördüğünde Allah'a hamd etmişti. Vefatı esnasında, hazırlatıp Üsâme bin Zeyd'i kumandan tayin ettiği son ordusu sefere hazır halde şehrin dışında bekliyordu. Belki bu ordu, O'nun yeryüzüne diktiği son fidanıydı.

    Hayatı boyunca insanlar için tek üstünlük ve fazilet ölçüsü olarak "takva"ya başvurmuş, "üstünlük ancak takva iledir" diyerek her türlü emaneti ehli olana tevdi etmişti. Bu evrensel ilke Hz. Üsâme'nin kumandanlığında ne güzel parıldıyordu.
    Hz. Hatice'nin oğlu Hind bin Hâle, Resul-ü Ekrem'i bize şöyle tanıtır:
    "Resulullah'ın hüzün ve tefekkür içinde olmadığı bir an yoktu. Devamlı tefekkür ederdi. O'nun için rahat yoktu. Çoğu zaman sükût eder, gereksiz yere konuşmazdı. Söze başlayınca mağrur ve kibirli kimseler gibi dudak ucuyla konuşmaz, kelimeleri gayet güzel telaffuz ederdi. Güzel konuşurdu. Sözleri, hakkı batıldan ayırırdı. Ne fazla, ne de eksik, gerektiği kadar konuşurdu. Sert ve kaba bir insan değildi. Başkalarını hiçbir zaman hor ve hakir görmezdi. Nimet az bile olsa, ona büyük değer verir, asla nankörlük etmez, onu hiçbir şekilde kötülemezdi. Yiyecek ve içecekleri ne över ne de kötülerdi. Dünya için ve dünyada kendisini ilgilendiren işler için asla öfkelenmezdi. Fakat hakka tecavüz söz konusu olduğunda hakkı sahibine iade etmedikçe ve haksızı gereğince cezalandırmadıkça öfkesi dinmezdi. Kendisine ait bir şey için asla kızmaz ve intikam almazdı. Bir şeye işaret ettiğinde parmağıyla değil, bütün eliyle işaret eder, bir şeye hayret ettiğinde elini ters çevirirdi. Konuşurken ellerini birleştirir ve sağ elinin ayasını sol elinin başparmağının iç tarafına vururdu. Öfkelendiğinde hemen vazgeçer ve bunun için büyük gayret sarf ederdi. Sevindiği zaman gözlerini yumardı. En fazla güldüğünde tebessüm eder, gülümsediğinde de dişleri dolu taneleri gibi gözükürdü. Kahkaha ile gülmezdi..."

    Resul-ü Ekrem, ilk ilâhî vahye mazhar olduğunda sevgili eşi Hz. Hatice, onu şu şekilde teselli etmişti: "Cenâb-ı Hak, hiçbir vakit seni mahcup etmeyecektir. Çünkü sen yakınlık bağlarına saygı gösteriyor, borçluların borcunu veriyor, fakirlere yardım ediyorsun. Misafirlerini ağırlıyor, doğruları destekliyor, yükünü taşıyamayanlara yardımcı oluyorsun."

    Yine Hz. Âişe annemiz de Resul-ü Ekrem hakkında şu sözleri söylüyordu:
    "Hz. Peygamber hiç kimseyi azarlamazdı. Kendisine fenalık edenlere fenalıkla mukabele etmezdi. Kendisine yapılan kötülüklere göz yumar, faillerini bağışlardı. Bir şey hakkında iki şıktan birini tercih durumunda kaldığında günah olmamak kaydıyla kolay olanını seçerdi. Şahsına yapılan bir kötülüğün intikamını almaz, ancak bir kimse ilâhî emirlere isyan ettiğinde onu hak ettiği cezaya çarptırırdı. Resul-ü Ekrem, hiçbir müslümanı ismiyle lânetlememiş, hiçbir kadın, köle, cariye, hizmetçi veya hayvanı dövmemiş ve hiçbir kimsenin meşru ricasını reddetmemiştir. Evine her girdiğinde tebessüm eder, arkadaşları arasında oturduğu zaman kesinlikle ayağını uzatmaz, sözlerini dinleyenlerin ezberleyebileceği kadar ağır ağır söylerdi."

    Hz. Hüseyin, babasından kendisine dedesini anlatmasını istediğinde Hz. Ali, Resul-ü Ekrem'i şöyle anlatmıştı:

    "Resulullah, söz ve davranışlarında hep mutedil olmuş, hiçbir zaman haddi aşmamış, çirkin bir söz söylememiş, çirkin bir davranışta bulunmamıştır. Bunun için özel bir gayret de sarf etmemiştir. Çarşı ve pazarlarda çok dolaşmazdı. Kötülüğe kötülükle mukabele etmezdi. Affeder ve bağışlardı. Allah yolunda cihad müstesna, hiçbir şeye eliyle vurmamıştır. Hiçbir hizmetçisini ve hanımını dövmemiştir. Kendi şahsına yapılan zulümlerden intikam aldığını hiç görmedim. Allah'ın haramları çiğnendiğinde ise şiddetle öfkelenirdi. iki şeyden birini tercih etmede muhayyer bırakıldığında kolay olanı tercih ederlerdi. Evine girdiğinde herkes gibi elbisesini temizler, koyununu sağar ve kendi hizmetini kendisi görürdü."

    "Lüzumsuz konuşmazdı. Müslümanları birbirine ısındıracak ve birbirlerinden nefret ettirmeyecek şekilde konuşurdu. Her kabilenin güzel hasletli insanlarına ikramda bulunur ve onları kavmine başkan tayin ederdi. Halkı hatalı işler ve sözlerden sakındırır, kendisi de sakınırdı. Güzel yüzünü ve güzel ahlâkını kimseden esirgemezdi. Ashabını daima arar, halka olup biten hâdiseleri sorardı. iyiliği över ve pekiştirir, ona güç katardı. Kötülüğü zemmeder ve onu zayıf düşürürdü. Her işinde itidal üzereydi, ihtilâfsızdı. Müslümanların gaflete düşmesinden korkar, onları ikaz etmeyi ihmal etmezdi. Her halinde ibadet ve iyiliğe hazırdı. Hakkın sınırını aşmadığı gibi, hakkı yerine getirmekten de geri kalmazdı. O'na yakın olanlar halkın en hayırlılarıydı. O'nun yanında arkadaşlarının en üstünü nasihati en yaygın ve kuşatıcı olanıydı. Mertebesi en yüksek olanlar da insanların durumunu düzeltmek için canıyla, malıyla çalışan, iyilik ve yardımı en güzel olanlardı."

    "Hz. Peygamber kalkarken de otururken de hep Allah'ı zikirle meşgul olurdu. Bir cemaatin yanına geldiğinde üst başa geçmez, hemen meclisin sonuna otururdu. Ashabına da bunu emrederdi. Kendisiyle beraber oturan herkese değer verirdi. Orada bulunanların her biri kendisini en itibarlı kişi zannederdi. Kendisiyle oturan ya da bir ihtiyacı için yanına gelen kimseye dönüp gidinceye kadar sabrederdi. Biri bir istekte bulunursa onu hemen yerine getirir, imkânı olmadığında tatlı dille bunu anlatırdı. Gönlü ve hoşgörüsü bütün insanlığı kuşatacak kadar genişti. Onlara şefkatli ve merhametli bir baba olmuştu. Hak konusunda herkes O'nun katında eşitti.
    Resulullah'ın meclisi bir ilim, hayâ, sabır ve emanet meclisiydi. Orada yüksek sesle konuşulmaz, hiç kimse ayıplanmaz ve kimsenin ayıp ve kusuru dışarı vurulup yayılmazdı. O meclisteki herkes eşitti. Tek üstünlük ölçüsü takva idi. Büyüklere saygı gösterir, küçüklere şefkat ve merhametle muâmele ederdi. Fakir ve muhtaç olanları, kendisine tercih eder, garipleri koruyup gözetirdi." "Resulullah daima güler yüzlü, yumuşak huylu, şefkat ve merhameti bol bir insandı. Sert ve kaba sözlü değildi. Orada burada dolaşıp durmaz, kimsenin ayıp ve kusurunu araştırmazdı. Cimri bir insan değildi. Hoşuna gitmeyen şeyleri görmezlikten gelirdi. Hiç kimsenin ümidini kırmaz, hoşlanmadığı bir söz ya da davranışı sükûtla karşılardı.

    Kendi hesabına şu üç şeyden sakınırdı:

    1- insanlarla münakaşa ve mücadele etmekten,
    2- Boş sözlerden,
    3- Yararsız ve boş şeylerle, kendisini ilgilendirmeyen işlerle uğraşmaktan.

    Başkaları hesabına da şu üç şeyden uzak dururdu:

    1- insanları tenkit etmekten,
    2- insanların ayıp ve kusurlarını, gizli hallerini araştırmaktan,
    3- insanlara hakaret etmekten.

    Resulullah konuşurken mecliste bulunanlar başlarını öne eğer, başlarına kuş konmuş gibi hareketsiz dururlardı. Hz. Peygamber sustuğunda konuşurlar, ama asla O'nun yanında tartışmazlardı. Biri konuşacak olursa, diğerleri o sözünü bitirinceye kadar sessizce beklerlerdi. Hz. Peygamber, ilk konuşanın sözüyle son konuşanın sözünü aynı dikkatle dinler, asla bıkkınlık göstermezdi. Onların güldüklerine güler, onların hayret ettiklerine de hayret ederdi." "Yabancıların konuşma ve sorularındaki kabalık ve sertliğe ashabı da kendisi gibi davransın düşüncesiyle sabrederdi. "Bir ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi aradığını görürseniz onun bu ihtiyacını karşılayınız veya ona yardım ediniz" derdi. Kendini, olduğu gibi göstermeyen övgüleri kabul etmezdi. Hakkın sınırını aşmadıkça kimsenin sözünü kesmezdi. Hakkın sınırı aşıldığında ya müdahale eder ya da kalkıp giderdi." "insanların gönülce en cömerdi, dilce en doğrusuydu. Tabiat itibarıyla en yumuşak huylusu, soyca da en şereflisiydi. O'nu ansızın görenler heyecana kapılır, tanıma imkânına erenler ise O'nu severdi."
    Enes bin Mâlik de der ki: "Resulullah'ın elinden daha yumuşak bir dibace veya ipekli kumaşa dokunmadım. O'nun kokusundan daha güzel bir koku koklamadım."
    Resul-ü Ekrem'in ahlâkını birazcık olsun öğrenebilmek adına tarihî tecrübe ve tanıklıklar içerisindeki bu küçük seyrimizin sonunda diyebiliriz ki, söz biter, kalem kırılır, kulaklardan kalplere sadece Yüce Allah'ın "Şanım hakkı için, size kendi içinizden bir Resul geldi ki, sıkıntıya uğramanız ona çok ağır geliyor, üzerinize hırs ile titriyor, müminlere de pek raûf, pek rahîm" (9/Tevbe, 128) âyetinin eşsiz ifadesi akar. Hamd olsun Alemlerin Rabbi Allah'a! Salât u selâm da mesajlarıyla insanlara rehber, hayatlarıyla da ışık olan kutlu elçilerine.
    --spoiler--
    4 ...
  1. henüz yorum girilmemiş
© 2025 uludağ sözlük