hz muhammed in güzel ahlakı

entry20 galeri
    2.
  1. --spoiler--
    Adalete riayet, kişinin kendisi, anne babası ve yakınlarının aleyhine de olsa adil olabilmeyi, muhataba duyulan kin ve nefret duygularının adaletsizlik ve aşırılık yönündeki baskılarına direnebilmeyi gerektirir. Üst tabakada hırsızlık yapmış bir kadın için aracılıkta bulunulduğunda "israiloğulları işte bu yüzden helak olmuştur. Onlar, kanunları fakirlere uygular, zenginleri ise affederlerdi. Allah'a yemin ederim ki eğer Muhammed'in kızı Fatıma hırsızlık yapsaydı onun da elini keserdim" diyerek her türlü iltiması reddeden, buna karşılık suçun tespiti ve cezanın terettübü için kılı kırk yaran Resul-i Ekrem, bu tarafsız adalet ve hakkaniyetin emsalsiz temsilcisidir. Yahudilerin bile anlaşmazlıklarını ona götürmesine sebep olan, O'nun bu eşsiz özelliğidir.
    Resulullah, Hz. Ali'ye şöyle nasihat etmişti: "sana iki kişi muhakeme için geldiğinde ikisini de dinlemeden sakın karar verme! Zira ancak her ikisini de dinlediğinde doğruyu bulabilirsin." Hz. Ali, bu nasihat sayesinde davalarda zorluk çekmediğini, kolaylıkla doğruya ulaşabildiğini söylerdi. Resul-i Ekrem, adil liderlerin kıyamet gününde Allah'a en yakın kimseler olacaklarını, zalimlerin ise en uzak olacaklarını, fakir, yoksul ve muhtaç kimselere kapısını kapatan hâkimlere Allah'ın da kapısını kapatacağını söylerdi. Bir savaş sonrası ganimetleri taksim ederken "bu taksim Allah rızası için yapılmıyor" şeklindeki bir ifadeyle karşılaştığında "ben adil olmazsam kim adil olur" diyerek mukabelede bulunmuştu. Kalabalık içerisinde üzerine yüklenen birisini, elindeki ince değnekle uyarmak istediğinde kazara o kimsenin ağzı çizilmişti. Peygamberimiz bu durumda, o kimseden aynısını kendisine yapmasını istemişti. Adalet hususundaki hassasiyeti, hakkaniyete riayeti ile tamamlanıyordu.

    Onun adaleti sert, kaba ve kırıcı değil, bilakis yapıcı, onarıcı ve ıslah edici idi. Adalete bağlılık ile geçen güzel ömrünün sonunda ölüm döşeğinde iken halka hitaben "birisine bir borcum varsa veya birini kırdıysam yahut birinin mal veya şerefine bir zarar verdiysem işte şahsım, işte şerefim, işte malım mülküm! Benden karşılığını bu dünyada alsın" demiş, onun bu sözleri sükûnet ile karşılanmış, ancak bir adam Resul-i Ekrem'den birkaç dirhem alacağı olduğunu söylemiş ve parasını almıştı. Ne mutlu, adalete riayetle zulmün zerresine bile bulaşmadan ömür sürmüş olanlara!
    Adaletten her ayrılış, zulme doğru atılan bir adımı ifade eder. "Muhakkak ki şirk elbette pek büyük bir zulümdür" (31/13) ayetinin de işaret ettiği üzere, adalete en uzak nokta şirk, adaletin özü de her türlü erdem ve iyiliğin bayrağı tevhiddir. Dolayısıyla yaratana kulluk peygamberimizin ahlakının özünü teşkil eder ki, hayatı bunun en güzel şahididir. Hayatın yatay ve dikey boyutundaki her türlü kemale ait istikrar ve sebatının temelinde de bu sağlam bağlılık yatar. "şükreden bir kul olabilmek" onun her türlü düşünce, söz ve eyleminin saiki idi. Gece boyu namaz kılmaktan ayakları morardığında "Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladı. Niçin böyle yapıyorsunuz? diye soran Hz. Aişe'ye "şükreden bir kul olmayayım mı?" diyerek cevap vermişti.

    Allah'ın dinine davet ettiği Taifliler kendisine horlama, aşağılama hatta taşlama ile mukabelede bulunmuş, o ise teselliyi Rabbine münacatta bularak, O'na olan bağlılık ve sevgisini "senden gelen her şeye ben razıyım, yeter ki bana gazap etmiş olma...." şeklindeki duygu yüklü sözleriyle ifadeye çalışmıştı. Birçok vesile ile ashabına "içinizde Allah'tan en çok korkanınız benim" demişti. Bu hayatının her anı için geçerliydi. Bir defasında bütün gece boyunca Kur'an-ı Kerim'de Hz. isa'nın duası olarak geçen "eğer onlara azap edersen elbette onlar senin kullarındır. Şayet onları bağışlarsan elbette sen yegane izzet ve hikmet sahibi olansın" (5-118) ayetini tekrar edip durmuştu.

    Allah'ı zikir ve O'nu tespih her anını kuşatmıştı. Devamlı Kur'an okur, hatta başkalarının da okumasını ister, onu başkalarından dinlemeyi çok sevdiğini söylerdi. Özü, sözü ve davranışı ile Kur'an'ı hayatının her anına yansıtmak, en büyük hedefiydi. "Gözümün aydınlığı namazdır" der, her vesilede namaz kılmayı arzulardı. "Haydi Bilal! Kalk, kamet getir de bizi rahatlat, bizi huzura kavuştur" derdi. Bu, O'nun için bütün dünya güzelliklerinin üstünde idi. Hz. Enes, "Resulullah'ı gecenin hiç ihtimal vermediğiniz bir anında namaz kılarken, yine hiç ummadığınız bir anında da uyurken görebilirsiniz" demektedir. Bazen o kadar oruç tutardı ki hiç orucu bırakmayacağı zannedilir, bazen de oruca o kadar ara verirdi ki artık daha oruç tutmayacak denilirdi.

    Allah'a olan bağlılığı, ibadete olan düşkünlüğü had safhada olmakla birlikte bu, onu dünyadan ve insanlardan uzaklaştırmaya sevk etmemiş, bilakis itidali sayesinde ihsan üzere bütün sorumluluklarını yerine getirmesinde en önemli etken olmuştur. "En hayırlı amel, az da olsa devamlı olandır" der, dinde aşırılık ile insanın bir yere varamayacağı ihtarı ile arkadaşlarına itidal üzere yaşamayı tavsiye ederdi. Sadece ibadette değil yeme-içme, giyim-kuşam, dostluk-düşmanlık gibi hayatın her yönünde aşırılıklardan korunmada ısrar ederdi. Acıkmadan yememek, yediğinde ise iyice doymadan sofradan kalkmak, O'nun âdeti idi. Bir seferinde her gün oruç tutmak, her geceyi namaz ile ihya etmek ve evlenmemek üzere anlaşan arkadaşlarını "içinizde Allah'tan en çok korkanınız ve O'na karşı sorumluluklarını en fazla bileniniz olduğum halde bazı günler oruç tutarım, bazı günler ise tutmam. Aynı şekilde geceleri bazen uyur bazen de namaz kılarım, kadınlarla da evlenirim" diyerek itidale yönlendirmiş, nefsin, vücudun, gözlerin... hanımın, çocukların, akrabaların ve dostların... insanın üzerinde hakları olduğunu beyan ile itidalin esasını ortaya koymuştur. Zaten bu, adalet ve ihsanın da gereğidir. O'nun hayatı ve ahlakı da olanca ağır sorumluluk ve muhtelif işlerine rağmen bu itidalin kusursuzluğu ile parıldar, yolunu arayana rehber, karanlıklardan çıkmaya çalışana da ışık olur.

    Resul-i Ekrem nasıl yaşardı, diye sorulduğunda buna en kısa ve en basit olarak kul gibi yaşardı şeklinde cevap verebiliriz. Kulluk bilinci ve tevazuu hayatının her anında hakimdi. "Şüphesiz ki ben bir kulum. Kulun yediği gibi yer, oturduğu gibi otururum" der, hayata da bu gözle bakardı. Sadelik ve tevazu, şahsiyet ve yaşamının ayrılmaz vasıflarıydı. "Allahım! Ahiret hayatından başka bir hayat yoktur" diyerek dünyadaki yaşamını bir yolculuğa benzetir ve bu tanımlamaya aykırı her türlü tavır ve davranıştan kaçınırdı. Külfet, zorlama, gösteriş, riya, ucub ve kibir dünyada en çok O'na uzaktılar. Şekilcilik ve resmiyet O'nun ahlakında kendilerine hiçbir yer bulamazlardı. Sade giyinir, önüne gelen nimeti küçük görmezdi. Çoğu zaman kuru ekmek, hurma ve sütle yetinir, şikâyetçi olmazdı. Kuru ekmek ve sudan oluşan mütevazı davetleri kırmazdı. Bir yemekten hoşlanmadığında herhangi bir yorum yapmaz yiyemeyeceğini belirtirdi. Hasır üzerinde yatardı. Çoğu zaman kalktığında sağ tarafında hasır iz yapmış olurdu. Üç gün art arda buğday ekmeği ile karnını doyurmamış, Medine dönemi boyunca bir günde iki öğün yemek yememiştir. Hz. Aişe "Ay gelir geçerdi de biz Muhammed ailesi yemek pişirmek üzere ateş yakmaz, sadece hurma ve su ile karnımızı doyururduk" demiştir. Ebu Ümame de Resulullah'ın şöyle dediğini bize naklediyor: "Rabbim, Mekke vadisini benim için altına çevirmeyi teklif etti. Fakat ben 'hayır ey Rabbim! Gün aşırı yiyeyim ve aç kalayım. Aç olduğum zaman sana yakarıp seni hatırlayayım. Doyduğum zaman da sana dua edip şükredeyim' dedim.

    "Bir gün Hz. Ömer, peygamberin evine geldiğinde Resulullah'ın hasır üzerinde örtüsüz yattığını ve hasırın izlerinin sağ yanında çıkmış olduğunu, odada bulunan bütün eşyanın hurma lifleriyle doldurulmuş bir yastık, bir hayvan derisi ve bir su kırbasından ibaret olduğunu, yiyecek olarak da sadece birazcık arpanın bulunduğunu görmüştü. Manzara karşısında duygulanarak ağlamış ve peygamberin "neden ağlıyorsun?" diye sorması üzerine "Bizans'ın kayseri, Fars'ın kisrası debdebe içinde yaşarken sen seçilmiş insan, Allah'ın Resulü böyle mi yaşayacaksın?" demişti. Resulullah ise "Ey Ömer! Sen bunun için mi ağlıyorsun? Bilmez misin ki onlar bütün nasipleri dünya hayatında verilmiş insanlardır" diyerek hayata bakışını dillendirmiştir.
    Cuma günleri ve dışardan heyetler geldiğinde giymesi için ipekten bir elbise alması teklif edildiğinde de "Bunu ahiretten alacak bir payı olmayan giysin" demişlerdi. Salim bir kafaya, sıhhatli bir bedene ve günlük yiyeceğine sahip olan kimsenin bütün dünya nimetine sahip olduğunu söylerdi. insanın dünyadan nasibini de giyilip eskitilen, yenilerek tüketilen ve hayır olarak sarf edilip kazanılan olarak özetler, Kasas suresinin 77. ayetinin ifadesiyle Allah'ın verdiklerinde ahiret yurdunu gözetirdi. Vefatında, üzerinde iki yerinden yamalı bir elbise vardı. Zırhı, ailesinin geçimi için bir miktar arpa borç aldığı bir yahudinin elinde rehin olarak bulunuyordu. Ve evinde yiyecek olarak sadece bir avuç arpa vardı.

    O'nun bu hali inancının, dünya hayatına bakışının, fedakârlığının ve cömertliğinin doğal bir sonucuydu. Yoksa bir zorlamanın ve dünyevi nimetlere olan soğukluğun eseri değil. Zira olanca sadeliğine rağmen bazen güzel yemekler yediği, güzel elbiseler giydiği olurdu. Nimeti takdir eder, Allah'ın bir lütfü ve ikramı olarak görürdü. O'nun yaptığı, içinde bulunulan ortamda yapılabilecek olanın en iyisini yapmaktan ibaretti.

    Resul-i Ekrem'in tevazu ve sadeliği, kendini beğenmenin, gösteriş ve kibrin ve hatta her yerde bir şekilde kendine yer edinen bencilliğin bir elbisesi değil, aksine eşsiz bir samimiyet ve içtenliğin doğal bir muhafazası idi. Arkadaşları arasında bulunurken, O'nu fark edilmez yapan da işte bu özelliğiydi. Bir meclise geldiğinde boş bulduğu yere oturur, "Ben bir kral değilim" diyerek kendisi için ayağa kalkılmasını istemez, elinin öpülmesine müsaade etmezdi. Bir defasında kendisini görüp de heyecanlanan bir kimseye "Heyecanlanma! Ben kuru et yiyen bir kadının oğluyum" demişti. Kendisine "yaratılmışların en hayırlısı" diye hitap edildiğinde "yaratılmışların en hayırlısı ibrahim idi" diyerek cevap vermiş, kendisi için Allah'ın O'na vermiş olduğu "Allah'ın kulu ve elçisi" vasfından başka bir vasfın kullanılmamasını istemişti. Sık sık bu konuda arkadaşlarını uyarır, şeytanın kendilerini kandırmaması için dikkatli olmalarını tavsiye ederdi.

    Oğlu ibrahim vefat ettiği gün, güneş de tutulmuştu. Bazı kimselerin "işte bakın güneş de Resulullah'ın matemine iştirak ediyor" yollu düşünmeleri üzerine olaya hemen müdahale etmiş ve "güneş tutulması Allah'ın ayetlerinden biridir. Kimsenin ölüm veya doğumu üzerine meydana gelmez" diyerek insanların kendisine olan sevgi, hürmet ve bağlılıklarının yanlış mecralara kaymasını engellemiştir.
    "Hıristiyanların Meryem oğlu isa'yı övmede aşırıya gittikleri gibi sizler de beni övmede aşırıya gitmeyin. Ben sadece bir kulum. Benim için sadece 'O, Allah'ın kulu ve Resulü'dür' deyin" sözleri, O'nun bu konudaki hassasiyetinin güzel bir göstergesidir. Yine O'nun tevazu ve sadeliği, pasifliğin, acizliğin kendisine yüklediği geçici bir vasıf değil, aksine Allah sevgisi ve kulluk bilincinin incelik ve ruhi derinliğinin hayata doğru doğal bir inkişafıydı. Başarıları arttıkça, insanların sevgi ve bağlılığı çoğaldıkça O'nun büyük bir içtenlik ve tevazu ile Rabbine yönelişi, hayatının hiçbir safhasında bu sadelik ve tevazuundan taviz vermeyişi bunu açıkça göstermektedir.

    Bizler Resul-i Ekrem'i, Hayber'i fethettiğinde, dizgini hurma ağacının kabuğundan yapılmış bir merkep üzerinde Hayber'e girerken düşündüğümüzde, ya da yaşanan onca zorluğun ve çekilen onca hasretin ardından büyük fetihle birlikte, başını devesinin eyerine değecek kadar eğmiş, yüzü şefkat parıltılarıyla parlar olduğu halde Mekke'ye girerken gördüğümüzde eşsiz bir manzara ile karşı karşıya olduğumuzu idrak ederiz. O anda o, sadece Rabbini hamd ile tesbih ediyor ve O'ndan mağfiret diliyordu. "Allah'ın yardımı ve fetih geldiğinde ve insanları bölük bölük Allah'ın dinine giriyor gördüğünde, Rabbini hamd ile tesbih et ve O'ndan mağfiret dile. Zira O tevbeleri çokça kabul edendir" (110/1-3).

    Yaşlı bir yük devesinin üzerinde, sırtında dört dirhem bile etmeyecek basit bir hırka, veda haccına giderken şöyle dua ediyordu: "Allahım! Bu haccı riya, gösteriş ve ünden uzak et."

    insan kişiliğinin en açık ve net olarak gözlemlenebileceği yer, evidir. Resul-i Ekrem, Hz. Aişe'nin ifadesiyle evde normal, sıradan bir insan ne yapıyorsa onu yapardı. Kendi işini kendi yapardı. Elbisesini diker, yamar, ayakkabılarını tamir ederdi. Keçilerinin sütünü sağar, devesinin boynuna yağ sürer, evi süpürürdü. Evde ailesi ile meşgul olur, ezan okunduğunda da namaza giderdi. Sorumluluklarının fazlalığı ve ağırlığı O'nun hayatında herhangi bir açığa, ihmale meydan vermezdi. Düzenliydi, tertipliydi, yaşanması gerekli her şeyin O'nun hayatında bir yeri vardı. Eşlerini sever, onlarla ilgilenir, dini yaşayıp uygulamada, kötülüklerden temizlenip, iyiliklerle olgunlaşmada onlara rehberlik eder, aile sorumluluğu ile hareket ederdi. Onlar için en iyisi ve en güzelini, ahlaki faziletlerin en üstününü arzular, sevgi, şefkat ve ilgisi ile elinden geleni yapardı. Her akşam eşlerini ziyaret eder, onlarla sohbet ederdi. Geceleri onları namaza kaldırır, daima onları iyilik yapmaya teşvik ederdi. "Kişinin, eşinin ağzına koyduğu lokma sadakadır" der, kendisini ailesinin dünya ahiret saadetinden mesul tutardı. Hz. Aişe, Hz. Peygamber'in hiçbir eşine vurmadığını, kaba söz söylemediğini belirtir. Zaten Resul-i Ekrem, "en hayırlınız ailesine karşı en merhametli olanınızdır" derdi. Ailesine karşı en merhametli olan da oydu.

    Çocuklarını çok sever, onlarla oynar, ilgilenirdi. Çocuk sevgisini merhametin bir eseri olarak görürdü. On çocuğu olduğu halde, onlardan hiçbirini öpmediğini söyleyen bedeviye "Allah, senin kalbinden merhameti aldıysa ben ne yapabilirim" demişti. Ahlak ve fazilet ile dolu hanelerinde manevi havayı, kendilerini kuşatmış olan sevgi ve şefkat halesi içinde teneffüs ederek yetişen çocuklarının her derdiyle ilgilenir, bir baba olarak bütün sorumluluklarını yerine getirirdi. Kız çocuklarını iyi yetiştirip, güzelce evlendirmeyi, cennetin anahtarlarından biri olarak görürdü. Erkek çocukları zaten daha küçük yaşlarda vefat etmişlerdi. Kızlarını ise büyütmüş ve evlendirmiş, torunları olmuştu. Yine onlarla ilgileniyor, onları ziyaret ediyordu. Gece namaza kalktıklarında onları da uyandırır, daima iyilik yapmaları, ahiret yurdu için hazırlanmaları gerektiğini söyler, "yarın kıyamet gününde ben sizler için bir şey yapamam" derdi. Bütün gayret ve çabası onların iyi birer kul, faziletli birer insan olmaları içindi. Bunun için herkesten önce onlardan sabır ve fedakarlık beklerdi. "Allahım! Muhammed ailesine geçinecek kadar rızık ihsan buyur" diye dua eder, ailesini her türlü aşırılık, lüks, israf ve cimrilikten, dünya malına düşkünlükten sakındırırdı.

    Tehlike, sıkıntı ve zorluk olan yerlerde onları öne geçirir, menfaat, rahat ve kolaylığın olduğu yerlerde ise onları geriye alırdı. Bir defasında kızı Hz. Fatıma'yı ziyarete gitmiş, ancak içeride süslü bir perde gördüğünde, kapıdan geri dönmüştü. Sebebi sorulduğunda "benim dünya ile ne işim olabilir" demiş, kızına perdeyi satıp, bedelini ihtiyaç sahiplerine vermesi tavsiyesinde bulunmuştur. Hz. Fatıma, işlerinin yoğunluğu ve değirmende tahıl öğütmekten dolayı karşılaştığı zahmetten dolayı, kendilerine bir harp esirinin hizmetçi olarak verilmesini istediğinde, Hz. Peygamber, "mescidde yatan aç ve çıplak insanlar varken, bu isteğinizi karşılayamam" diyerek, onların bu taleplerini geri çevirmiştir. Akşam olduğunda kızı ve damadının yanına giderek, "size benden istediğinizden daha hayırlı bir şey söyleyeyim mi? Yatacağınız zaman 33 defa Allahu Ekber, 33 defa Elhamdulillah ve 33 defa da Subhanallah deyiniz" buyurmuştur.

    Hz. Peygamber ve ailesinin, hiçbir sadakayı kabul etmemesi ve bunun kendilerine haram oluşu da bu açıdan çok önemlidir. Resul-ü Ekrem'e 10 yıl boyunca hizmet eden Hz. Enes'in şu şehadeti, Resul-ü Ekrem'in ev halkına muamelesini uzun uzadıya anlatmaya gerek bırakmamaktadır. "Resulullaha on yıl boyunca hizmet ettim. Bir kere bile bana, "yaptığım bir şey için neden bunu yaptın, yapmadığım bir şey için de neden bunu yapmadın?" demediler.

    Mescidde, cemaate hitap ederken, sevgili torunları Hasan ile Hüseyin'in düşe kalka kendilerine doğru geldiklerini görünce, dayanamayıp hutbesine ara vermiş, aşağı inerek torunlarını kucağına almış, sonra da "elbette ki mallarınız ve çocuklarınız sizin için birer imtihandır" ayetini okumuştur.
    --spoiler--
    3 ...
  1. henüz yorum girilmemiş
© 2025 uludağ sözlük