hz muhammed in güzel ahlakı

entry20 galeri
    1.
  1. allah ın selamı üzerine olsun. eve akla şüphe veren, belki masum müslümanları bile şeytan ile birlikte aldatacağını sanan ateist güruhun bilmesi ve okuması gereken, safdil müslümanların da bilmesi gereken örnek yaşantıdır. allah cc onun gibi olmayı, yaşamayı nasip etsin. hülasa. atesitlerin peygambere şu şekilde bakıyor. milyarlarca güzel huyu olan peygamberimizin a.s özelliklerini görmüyorlar, oysa görseler, o akıllarına şüphe veren şeylerden kurtulacaklr. örneiğn küçük yaşta bir kızla evlendi haşa diyorlar ve burada kestirip atıyorlar, bu dahil bütün üstün ahlaklı işlerine bu nazardan bakıyorlar. oysa alıntı yaptığım bu yazı okunsa, daha sonra desekki peygamber altı yaşında kızla evlenmiş haşa, diyeceklerki bu muhteşem ahlaklı peygamberin hiçbir işi yanlış olamaz. ama çıkış noktaları şeytani.

    --spoiler--

    "Allah'a ve Ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için en güzel örnek" olan Hz. Muhammed (s.a.s.), rahmeti her şeyi kuşatmış olan Allah'ın tasdikiyle "yüce bir ahlâk" üzere yaşamıştır.

    Ahlâkın özünü kişilik, kişiliğin özünü ise kendiliğinden, devamlı ve kuşatıcı olan kısmı teşkil eder. izlenmesi gerekli yol olarak "sünnet" de içerdiği devamlılık ve kuşatıcılık ile Hz. Peygamber'in eşsiz ahlâkını şüphe ve yanlış anlamaya meydan vermeyecek şekilde insanlığın düşünme, ibret alma ve doğruyu bulma yeteneğinin istifadesine sunar. Muhtemel her yönü ve her türlü tezahürü ile hayatı bütünüyle kucaklayan istikamet, doğruluk ve adâlet, özü sözle, sözü de davranışla ayrılmaz bir vücut halinde birbirine nakşeden içtenlik ve samimiyet, düşünülen, söylenen ve yapılan her şeye güzellik ve insanilik damgasını vuran incelik, nezaket ve hayâ, her türlü iyiliğin özünü simgeleyen şefkat, merhamet ve muhabbet, her durum ve şartta insanca oluşu, insana yakışırlığı temsil eden hilm, cömertlik, sabır ve cesaret, iman ağacının özünü teşkil eden takva, itidal ve hakkaniyet, her türlü güzellik ve olgunluğun en güzel elbiseleri olan tevazu, sadelik ve vefa... O'nun yüce ahlâkının ana çizgilerini oluşturur.

    Yeme-içme, giyim-kuşam, istirahat ve eğlenme gibi tabi ihtiyaçlarını karşılamasında, ailesi, akrabaları, dostları ve düşmanları ile ilişkilerinde, duâ, ibâdet ve niyazında, tebliğ ve sohbetlerinde, geçimini teminine yönelik faaliyetlerinde, tebessüm ve vakarında, afiyet ve hastalığında, zenginlik ve fakirliğinde, savaşta düşmanla olan mücadelesi ile evinde çocuklarıyla olan muhabbetinde, vefat etmiş oğlu ibrahim'in bedenine damlayan gözyaşlarıyla şehid olmuş amcası Hz. Hamza'nın delik deşik edilip hunharca parçalanmış bedenine bakan gözlerinde... Kısacası hayatının her an ve her aşamasında bütün bu yüce değerler olgunlaşma çabası altında görünür ve O'nun şahsiyetinin ayrılmaz parçaları haline gelirler.

    Hayat, devamlı değişen ilişkiler bütünü olup bütün değişimleri ile bir süreci ifade eder. Ahlâk ise istikrarı, gelişimi ve olgunlaşması ile bu sürece kimliğini kazandıran, şahsiyetini verendir. Bu açıdan Peygamber Efendimizin detaylarıyla bilinen hayatına bakıldığında, bu hayata örnek şahsiyetini verenin, yüce değerlerin, dosdoğru yolun, insanca, insanın yaratılış amacına uygun yaşamanın ilahi kelimelerle ifadesi olan Kur'an-ı Kerim'in olduğu rahatlıkla görülür. Kendisine O'nu en iyi tanıyan kimselerden biri olarak "O'nun ahlâkı nasıl idi?" diye sorulduğunda, sevgili eşi Hz. Âişe'nin "O'nun ahlâkı Kur'an idi." şeklinde cevap vermiş olması bu açıdan çok önemlidir. Öncelikle yaratan ve emredip en güzeline hidâyet eden yüce Allah'ın "Yâsîn, hikmet dolu Kur'an hakkı için, sen şüphesiz gönderilenlerden (Resullerden)sin, dosdoğru yol üzerindesin." (36/Yâsîn, 1-4), "Nûn. Kaleme ve yazdıklarına andolsun ki sen Rabbinin nimeti ile bir mecnun değilsin ve hiç şüphesiz senin için bitip tükenmeyen bir ecir vardır. Ve hiç şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin." (68/Kalem, 1-4) ve benzeri âyetler ile Peygamber Efendimizin bir yandan üstün ahlâkına bir yandan da bu üstün ahlâkın ilâhî öğreti ile bağlantısına şahadeti, sonra da bu ilahi şahadete selim akıl ve kalpleri ile doğru bilgi, tecrübe ve haberlere istinaden katılıp, bu hakikati tasdik eden nice insanların buna tanıklığı göstermektedir ki O, özü, sözü ve hareketi ile hayatının başından sonuna kadar her anına damgasını vuran ahlâkı ile ilahi öğreti Kur'ân-ı Kerim rehberliğinde insanî olgunluk ve kemale ulaşarak âlemlere rahmet olmuş, olgunluk ve kemali gaye edinenlere de en güzel örnek olarak Allah'ın kulu ve elçisi olmanın gereğini yerine getirmiş, "yaratan Rabbin adıyla" okumanın anlamını, şeklini ve beşeri düzlemdeki fonksiyonunu bütün insanlığa göstermiştir. Dolayısıyla O'nun eşsiz ahlâkını tetkik, insanı, Kur'an rehberliğinde yaşanmış bir olgunluğun, kemalin kıyısına götürmekte, insana, hayatı hayat olarak bütün karmaşıklığı içinde bütünlüğü ile anlama, tatma ve yaşama imkânı vermektedir. Zaten O'nu âlemlere rahmet ve insanlığa güzel örnek yapan da işte bu kuşatıcılık ile bütünlüğüdür, insanca yaşamanın eşsiz rehberi Kur'ân-ı Kerim'i özü, sözü ve davranışı, ailesi, topluluğu ve devleti ile hayata yansıtmış olmasıdır.

    insan yaşamının üzerinde gerçekleştiği yeryüzü nice başarılara şahitlik etmiş, insan elinde çiçeklenen nice güzelliklerin tanığı olmuştur. Ancak bütün bu güzellik ve başarıların tek bir insanın şahsiyetinde Hakk'a ve hakikate şahitlik ettiği pek görülmemiştir. işte Peygamber Efendimizi ve O'nun eşsiz ahlâkını mümtaz kılan, hayatın muhtelif yönlerinde ortaya konulan çeşitli başarıların sahibi olan diğer insanlardan ayırıp da O'nu tüm olgunluk ve kemalin numunesi haline getiren husus bu kuşatıcılığı ile bütünlüğüdür. Bu durumda insana ait yaşamın her anı ve her safhası için O'nun asil hayatı ve güzel ahlâkında olması gereken, olgunluk ve kemale işaret eden bir örneklik vardır.

    Peygamber Efendimizi herhangi bir şekilde görebilmek, O'nunla herhangi bir şekilde hayatın bir anını paylaşabilmek ya da onunla ilgili güvenilir bir eseri okuyabilmek, bir şekilde ona ulaşabilmek, görüp duyabilme ve görüp duyduklarını gereğince değerlendirebilme imkanına sahip bir insan için onun şahsiyet ve ahlâkının güzelliği ve eşsizliğini idrak noktasında yeterlidir. Onu gereğince takdir edebilmek ve onun bu güzellik ve eşsizliğinden yeterince istifade edebilmek ise insanın taşıdığı "sorumluluk" endişesiyle bağlantılı olarak onu, Allah elçisi ve dolayısıyla hakikatin (kitap ve hikmetin) öğreticisi, açıklayıcısı, olgunluk ve kemalin eğitimcisi olarak görebilmek ve değerlendirebilmekle ve hiçbir istisnaya yer vermeksizin hayatın bütününü onun evrensel örnekliğine açabilmekle mümkündür. Bu durumda meramı ifâde için şu âyet yeterli olacaktır: "Andolsun ki Allah'ın Resulünde sizler için, Allah'ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için elbette pek güzel bir örnek vardır." (33/Ahzâb, 21)

    Yakınları, dostları ve kendisini görenler tanıklık ederler ki Resul-ü Ekrem'in mübârek cismi baştan aşağı kusursuz, bütün azası birbirine uygun, alnı, göğsü ve iki omuzlarının arası ve avuçları geniş, boynu uzun ve düzgün, omuzları, pazıları, baldırları iri ve kalın, bilekleri uzun, parmakları uzunca, elleri ve parmakları kalınca idi. Karnı, göğsü ile beraber olup şişman değildi. Ayaklarının altı çukurdu, düz değildi. Uzuna yakın orta boylu, iri kemikli, güçlü kuvvetli idi. Cildi ipekten yumuşak, başı orta büyüklükte, kaşları hilal, çekme burunlu, az değirmi (yuvarlak) çehreli idi. Kirpikleri uzun, gözleri kara ve güzeldi. iki kaşının arası açık, fakat kaşları birbirine yakındı. Çatık kaşlı değildi. iki kaşının arasında bir damar vardı ki hiddetlendiğinde kabarıp görünürdü. Yüzü adeta pembe beyazdı. Yani ne kireç gibi beyaz ne de kara yağız, esmer idi. ikisi ortası gül gibi kırmızıya dönük, beyaz ve berrak olup yüzünde nur gibi bir parıltı vardı. Dişleri inci gibi beyaz ve parlak olup hafifçe seyrekti. Konuştuğu ve tebessüm ettiği vakit beliriverirdi. Saçları ne pek kıvırcık ne de pek düzdü. Uzadığı zaman kulaklarının memelerini geçerdi. Sakalı sıktı fakat uzun değildi. Bir tutamdan fazlasını keserdi. Vefatlarında saçı sakalı henüz ağarmaya başlamıştı. Başında pek az, sakalında yirmi kadar beyaz kıl vardı. Vücudu tertemizdi. Koku sürsün, sürünmesin teni ve teri en güzel kokulardan daha güzel kokardı... Haline hüzün ve tefekkür, bakışlarına da netlik ve derinlik hâkimdi. Çoğu zaman sükût eder ancak gerektiğinde konuşurdu. Konuştuğunda ağır ağır, tane tane konuşur, önemli yerleri tekrar ederdi. Sevgi ve sevincini tebessümle ifade eder, yüz rengi ve hatları, haline delalet ederdi. Yürüdüğünde ayaklarını kuvvetle kaldırır, vakar ve sükûnetle çabuk ve uzun adımlarla, sanki yüksekten iner gibi yürürlerdi. Bir şeye yönelmek istediğinde sadece başıyla değil bütün vücuduyla döner, sebepsiz hiçbir tarafa bakmazdı. Temiz, düzenli ve sağlıklı idi. Ağırbaşlı, vakur, cana yakın, sıcak, samimi ve ilgili idi...

    Peygamberimizin dış görünüşü ve tabii özellikleri, iç ahlâkı ve iç dünyasını aksettirmektedir. Bu meyanda yapılan tarifler, nihâyetinde samimiyeti, içtenliği, sevecenliği, güvenilirliği, dürüstlüğü, bilinçliliği, dinginliği....ile noktalanmaktadır. Yüzünün parlaklığı, yürüyüşünün eminliği, yönelişinin tamlığı bu açıdan değerlendirilirse bu açıkça görülecektir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de bir çok yerde (2/Bakara, 173, 7/A'râf, 46-48, 47/Muhammed, 30, 48/Fetih, 29 ve 55/Rahmân, 41) Yüce Allah "sîmâ"yı "iç"i tanıtan, ahlâkı gösteren bir alâmet olarak değerlendirmiştir. ibn-i Abbas'ın: "iyiliklerin yüzlerde bir parlaklığı, kalpte bir nuru, bedende bir kuvveti, rızıkta bir genişliği ve gönüllerde bir sevgisi vardır. Kötülüklerin de yüzlerde bir sevimsizliği vardır." sözü ile, Hz. Osman'ın "Kişinin işlediği her bir amelin elbisesi kendisine giydirilir. Hayır ise hayır, şer ise şer..." sözleri de bunu göstermektedir. Bu durumda, Medine dışında konaklamış bir kervandan, pazarlık etmeksizin söylenen fiyat ile kırmızı bir deveyi alıp, yularından çekerek şehre doğru yürüdüğünde Hz. Peygamber'in arkasından olayı değerlendirerek tanımadıkları bir kimseye bu şekilde karşılığını peşin olarak almaksızın deveyi vermiş olmalarından hayıflanan kervan ehline "rahat olun! Bundan daha temiz ve daha nurlu başka bir insan görmedik" şeklinde görüş bildiren o kadının, ya da vefatı sonrasında, hücre-i saadetine girip de peygamberimizin yüzünü açıp alnını öptüğünde "Ah! Hayatında olduğun gibi ölümünde de güzelsin." diyerek duygularını ifadeye çalışan Hz. Ebûbekir'in bu samimi sözlerini ve de neden onu ansızın görenlerin heybetinden heyecana kapıldıklarını, görüp tanıyanların ise onu o derece sevdiklerini daha iyi anlayabiliyoruz.

    Resul-ü Ekrem'in şahsiyetinde, "yaratan Rabbin adıyla okumak..." ve "emredildiği şekilde istikamet üzere olmak" çaba ve gayretinin yeri ve etkisi âşikârdır. Kendisine gelen ilk vahyin "Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı alaktan yarattı. Oku! Kalem ile öğreten, insana bilmediğini öğreten Rabbin ne büyük kerem sahibidir." ayetlerinden oluşmuş olması, yaşlılık emareleri üzerinde belirdiğinde, halini soran ashabına "Beni, Hûd suresi ihtiyarlattı." şeklinde cevap vermiş olması buna işaret etmekte olup, mezkûr surede Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O halde sen, beraberindeki tövbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Ve aşırı gitmeyin. Çünkü O, her ne yaparsanız onu hakkıyla görendir." (11/Hûd, 112)
    insan, bir münasebetler sentezidir. Her insan bir ilişkiler bütünü içerisinde yaratılır ve şahsiyetini, kişiliğini, ahlâkını bu bütün içerisindeki tavrı ve rolü ile ortaya koyar. Yüce Allah'ın "birleştirilmesi emredilen" olarak ifade ettiği bu ilişkiler bütününü muhafaza edebilmenin yolu olan yaratana kulluğu, yaratılana da şefkat, merhamet ve adaleti, emrolunduğu üzere dosdoğru şekilde yerine getirilmesinin zorluğu ve zor olduğu kadar da insani olgunluğa ulaşabilmedeki önem ve rolü tartışmasızdır. işte bizler Resul-ü Ekrem'in eşsiz ahlâkında, özünde, sözünde ve davranışlarında ve hatta ağaran saç ve sakallarında hep bu "emrolunduğu gibi dosdoğru olma" endişesi ve gayretini görmekteyiz. O, Allah Teâlâ ile olan ilişkisinde, iç dünyasında, evinde, ailesi ve akrabası ile olan münasebetinde, dostlarına, tanıdık tanımadık bütün insanlara karşı olan tavırlarında, istirahatında, ticaretinde, savaşta ve savaş sonrası ganimet taksiminde, mescitte imamlıkta, en önde liderlikte, hayatı ve vefatında hep bu endişeyi taşımış, olanca gayretini buna sarf etmişti. O, durumunu şöyle ifade ediyordu: "Rabbim beni ne güzel terbiye etti.", "Ben ancak ahlâki faziletleri tamamlamak üzere gönderildim." O halde, Resulullah'ın ahlâkını tanımak, onu, içerisinde bulunduğu ilişkiler bütünü ile tanımakla mümkün olacaktır. Bu yapıldığında ise onun ahlâki yüceliğinin temelinde bu ilişkiler bütününü hayranlık verecek şekilde, biç birini ihmal etmeksizin muhafaza etmiş olmasının, birleştirilmesi emrolunan her şeyi hayatı ile birleştirmiş olmasının bulunduğu görülecektir.

    Ahlaki faziletlerin başında "adalet" ve "ihsan" gelir ki her iki kavram da nihayetinde "her şeyi yerli yerine koyma"yı ve "yapılması gerekeni layığı ile yapma"yı ifade eder. Nitekim Yüce Allah: "Muhakkak ki Allah adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye sizlere öğüt verir." (16/90) buyurur. Resul-i Ekrem, hayatı boyunca her şeye gereken değeri gerektiği kadarı ile vermiş, ihmalkârlık, duyarsızlık ve aşırılık onun hayatında kendine bir yer bulamamıştır. Bir insanın ihmal ve dengesizliğe meydan vermeksizin, hiçbir aşırılığa düşmeksizin, hayatın her bir yönünde davranmış olması ve bu denge ve istikrarı hayatın hem yatay hem de dikey boyutunda muhafaza etmiş olması elbette olgunluk ve kemalin zirvesidir. Beşer olması peygamberliğine bir nakısa getirmemiştir. Peygamberliği ona ailesini, dostlarını unutturmamıştı. Allah'a olan bağlılığı ve deruni duyguları onu dünyadan el etek çekmeye yöneltmemişti. Liderliği, komutanlığı, hâkimliği onu hastaları ziyaretten, fakirlerle sohbetten men etmemişti. Mekke'deki hayatı ile Medine'deki hayatı arasında yaşananlar ve sahip olunan imkânlar çok farklı da olsalar duruş bakımından hiçbir farklılık olmamıştır.
    Adalet ve ihsan onun hayatının her demini kuşatmıştı. Gençliğinde toplumda el-Emin olarak tanınır ve bilinirdi. Ticaret hayatındaki dürüstlüğü takdir edilir, insanlar arası anlaşmazlıklardaki hakemliği makbul görülürdü. "Doğruluk iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Yalan kötülüğe, kötülük de cehenneme götürür" der, doğruluğu imanın gereği, yalanı, emanete ihaneti ve verilen sözlerde durmamayı nifak alameti sayardı. Doğruluk hassasiyeti o derecede idi ki şaka bile olsa ondan taviz vermezdi. "şaka yapar mısınız?" diye sorulduğunda "evet, ama doğru sözden başkasını söylemem" demişti. Onun bu özelliğini düşmanları bile bilir, onu öldürmek için ellerinden geleni yaptıkları halde kıymetli eşyalarını ona emanet etmekten çekinmezlerdi. Mekke'den Medine'ye hicretinde yatağına yatırıp geride bıraktığı Hz. Ali'ye her emaneti sahibine vermesini tembihlemişti.

    En zor durumlar bile onu verdiği söze bağlılıktan vazgeçiremezdi. Hiçbir menfaat ona, bu konuda geri adım attıramazdı. Mekke'den Medine'ye gelirken müşriklere yakalanan ve kendilerine karşı savaşmamak şartıyla serbest bırakılıp Bedir savaşı öncesi Hz. Peygamber'e kavuşan Huzeyfe el-Yeman ve bir arkadaşı, olayı Resul-i Ekrem'e anlattığında sayılarının azlığı, adama olan ihtiyaçlarının şiddetine rağmen onlara savaşa katılamayacaklarını ifade ile "siz geriye dönün, her halükarda sözünüze riayet edeceğiz. Bizim sadece Allah'ın yardımına ihtiyacımız var" demişti. Hudeybiye'de müşrikler ile yapılan anlaşmanın şartlarından biri de Mekke'den müslüman olarak Medine'ye gidecek olan kimselerin, talep edilmesi durumunda Mekkelilere geri verilmesi idi. Daha antlaşma henüz imzalanmış iken Ebu Cendel, elleri zincirli bir halde, hapsedildiği zindandan kaçarak Müslümanların bulunduğu yere gelmişti. O esnada orada bulunup, anlaşmayı yapmış olan müşrik Süheyl Bin Amr, antlaşmanın derhal tatbikini talep ile kaçağın kendisine teslimini istediğinde bu durum Müslümanların ağırına gitmişti. Resul-i Ekrem ise inananların selamet ve kurtuluşuna olanca düşkünlüğüne rağmen "Ey Ebu Cendel, sabret! Biz ahdimizden dönemeyiz. inşallah Allah sana yakında bir yol açacaktır" demişti. Ne ahde bağlılıktan taviz vermiş ne de Ebu Cendel'i ihmal etmişti. Sözde durmayı, ahde bağlılığı kul olmanın gereği olarak görmüş, işin sonucunu Allah'a havale etmiş, O'na güvenip dayanmıştı.

    "Helal rızık kazanmak için çalışmanın mecburi bir görev" olduğunu, en hayırlı kazancın da el emeği ve meşru ticaret vasıtasıyla sağlanan kazanç olduğunu söyler, satarken ve satın alırken kolaylık gösterene Allah'ın rahmetini müjdeler, doğru ve güvenilir tacirlerin peygamber ve şehitlerle beraber olacaklarını ilan ederdi. Bazen pazarları gezer, satıcıların mallarını kontrol eder ve "bizi aldatan bizden değildir" derdi. Kendisi de bilfiil ticaretle uğraşmış, kanaati, dürüstlüğü ve vefası ile tanınmıştı. Bazen borçlanır, borçlarını vaktinde ve en güzel şekilde öderdi. Hakka riayete önem verir, her hak sahibine hakkının mutlaka verilmesinde ısrar ederdi. "Hak sahibinin söze hakkı vardır" diyerek hakkın üstünlüğünü ilan ederdi. Hiçbir olayın hakkı zayi etmesine müsaade etmezdi. Yahudi alacaklısı, alacağını talep üzere gelip de elbisesini çekerek, yakasından tutarak "Siz Abdulmuttaliboğulları hep borcunuzu uzatırsınız" gibi kaba sözler söylediğinde, Hz. Ömer sinirlenerek sert bir şekilde karşılık vermişti. Resul-i Ekrem ise olup biteni tebessümle karşılamış ve Hz. Ömer'e "Ey Ömer! Ben ve o, senden bunun dışında bir söz duymaya çok daha muhtaç idik. Bana borcumu güzelce ödemeyi, ona da alacağını güzelce istemeyi tavsiye etmeliydin, vadenin dolmasına daha üç gün vardı" diyerek fazlasıyla ödenmesini sağlamıştı. Bu olay, yahudinin Müslüman olmasına vesile olmuştu.
    Bir defasında kestiği hayvanın etini satan bir bedeviden, evde var zannettiği hurma karşılığında bir miktar et almış, eve geldiğinde ise hurma kalmadığını görmüştü. Derhal çarşıya gelerek bedeviyi bulmuş "senden hurma karşılığında et almıştım fakat ne yazık ki hurmam kalmamış" diyerek durumu izah etmişti. Aldatıldığını düşünen bedevi bağırıp çağırmış, Resul-i Ekrem ise onu susturmaya çalışanlara "siz müdahale etmeyiniz zira bedevinin hakkı var" diyerek tekrar meseleyi anlatmaya çalışmış ama bedevi söylenmeyi bırakmamıştı. Bunun üzerine peygamberimiz bedeviyi, Ensar'dan bir kadına havale ederek etinin karşılığı olan hurmaları almasını sağlamış, bedevi de Resul-i Ekrem'in sabır ve müsamahakârlığından duygulanarak "Muhammed! Cenab-ı Hakk sana ecir ve mükâfatını versin, sen bana hakkımı hem de fazlasıyla verdin" demişti. Hakka riayet ve en güzeliyle karşılık vermek onun ahlakının en önemli esaslarındandı. O, "borçlarını daha iyi, daha mükemmel bir şekilde ödeyenler faziletli kimselerdir" der, aldığı borçları fazlasıyla geri öderdi.
    --spoiler--
    4 ...
  1. henüz yorum girilmemiş
© 2025 uludağ sözlük