müslümanlara sorulacak 91 soru

entry31 galeri
    18.
  1. 15

    “Yıldızlar döküldüğü zaman.” (Tekvir, 2): Güneş parıltısı, şua ışınları için bir ölçüdür. Bununla, gerçek(mutlak) ışınla, zahiri (görünür) ışın bilinir. Zahiri ışın, yıldız ışığının yere ulaştığı güç için de bir ölçüdür. Yıldızlar derecelerine göre farklılık gösterirler. Bu farklılık, ışınlardaki radyasyon gücü ve yerden olan uzaklığı yönündedir. Yıldız ışınlarının derecelerini bilmekle, yıldızın bizden uzaklığı, çapı gibi başka boyutları da öğrenebiliriz. Işın güncün değiştiği yıldızların zahiri ışınlarına, yıldızın büyüklüğü olarak adlandırılır. Yıldızın ölümü yaklaşınca, ışınlar ve parlaklık büyük ölçüde azalmaya başlar. Yukarıdaki ayet-i Kerime işaret ediyor ki, yıldızlardaki ışınların azalması, kıyamet alametlerindendir. Ve bu bir Kur’an mucizesidir. Çünkü bu gerçek, ancak 20. Asrın sonlarında idrak edilebildi.
    Yıldızların büyüklüğü (Stellar Magnitude), bir sayı ölçümüdür, onunla yıldızın parlaklık derecesi tabir edilir. En parlak yıldız derecesinin en ez rakamla ifade edilmesi esasına dayan bir logaritma ölçümüdür. Yıldız aydınlığı( Stellar Luminosit ) ise, ışık, elektrik veya kalori birimleriyle, saniyede ürettiği enerjidir.

    “Yıldızların ışığı söndürüldüğü zaman.” (Mürselat, 9)
    1921 senesinde uzay bilim adamları, yıldızların bizzat x ışınları yaymadıkları halde ancak bazı normal yıldızların x ışınları yaydıklarını tespit ettiler. Bilimsel açıklamalarını yapamadıkları bu yıldızların, son derece yüksek yoğunluğa sahip fakat görünmeyen gök cisimlerinin etkisi altına ve yüksek çekim gücü alanlarına girdiklerini tespit ettiler, Bu gizli yıldızlara “Kara Delikler” (Black Holes) adı verildi ki, bunların çekim alanına giren veya yanından geçen farklı biçimlerde olan her türlü madde ve enerjiyi yutabilme gücüne sahiptir. Kur’an bu olayı şöyle ifade ediyor: “..Akıp giden, bir kayıp olup bir etrafı aydınlatan yıldızlara andolsun.” (Tekvir, 15-16) Uzay bilimcileri buna, dev yıldızların hayatında yaşlılık dönemi şeklinde ifade ediyorlar. Bu dönem, yıldızın patlayıp dumana dönüşmesinden sonra, ışığının tamamen sönmesi dönemidir. Bu nedenle Kur’an, bunu kıyamet alameti sayarak şöyle diyor: “Yıldızlar söndürüldüğünde”

    16

    insanoğlu tarih boyunca konuşmalarına ve sözlerine kuvvet vermek, muhatabını iknâ etmek, sözlerinin doğruluğuna güvenilmesini istemek ve bunu sağlamak için yemini kullanmıştır. Yani yeminli ifadeler kullanmak, insanoğlunun yabancısı olduğu bir üslûp değildir. Kur’ân’da geçen yeminli ifadeler de, insanın anladığı seviyeden insana hitap eden Allah’ın şüphesiz birer sözüdür.

    Âyetlerde de görüleceği üzere, Cenâb-ı Allah bizzat Kendi Yüce ismi üzerine yemin ettiği gibi (Hicr, 15/92); peygamberlerine (Yâsîn, 36/1), peygamberlerin yaşadığı veya vahyin geldiği beldelere (Tûr, 52/1-3; Beled, 90/1), meleklere (Sâffât, 37/1; Nâziât, 79/1-2), Kur’ân’a (Vâkıa, 56/77;Tûr, 52/2), kıyâmet gününe (Kıyâmet, 75/1), kâinâtta var olan önemli varlıklar üzerine, meselâ kaleme (Kalem, 68/1), gökyüzüne (Burûc, 85/1; Târık, 86/1), güneşe (Şems, 91/1), aya (Şems, 91/2), geceye (Leyl, 92/1), sabaha (Fecr, 89/1), kuşluk vaktine (Duhâ, 93/1), zamana (Asr, 103/1), yıldıza (Necm, 53/1), havaya (Zâriyât, 51/1) ve bitkilere (Tîn, 95/1) yemin etmiştir.

    Kur’ân, âlemlerin Rabbi sıfatıyla Allah’tan, kullarına gelen ilâhî kelâmlar mecmuâsıdır. Bizim fikir, algılama ve anlayış seviyemize inen Kur’ân-ı Hakîm’in, âyetlerinde ve beyanlarında yeminli ifâdelere yer vermesi de, bizim algıladığımız biçimde anlaşılırlığını, ciddiyetini ve sözlerinde hilâfı olmadığını anlamamızı sağlamak içindir. Cenâb-ı Hak, bazen yeminle âyetlerini doğrulamış ve kuvvetlendirmiş; bazen de bir takım varlıkları yemin konusu yaparak bu varlıkların insanlık için değerine ve kıymetine işâret etmiş ve dikkatleri bu varlıklar üzerine çekmiştir.

    Cenâb-ı Allah, insanların âyetlere olan îmân ve güvenlerini temin etmek, verdiği haberleri kuvvetlendirmek, önemli varlıklar ve nesneler üzerinde tefekkürü teşvik etmek, önemli nîmetleri hatırlatmak; Kur’ân’ın, Kur’ân’ın verdiği haberlerin, kıyâmet gününün, âhiret gününün, öldükten sonra dirilişin, hesabın, Cennetin ve Cehennemin hak olduğu konusunda insanları iknâ etmek ve bunlarda muhtemel şek ve şüpheyi ortadan kaldırmak gibi hikmetlerle, âyetlerini yeminli ifadelerle takviye etmiştir.

    Konuya mânâ-yı ismiyle değil, mânâ-yı harfiyle bakmamız gerekiyor. Yani, Allah’ın üzerine yemin ettiği her şey, kendi başlarına değerli değil, Allah’ın yaratmış olması itibariyle yücedir, değerlidir ve kıymetlidir. Cenâb-ı Allah Kendi Zâtının yüceliğini bildirmek ve isim ve sıfatlarının tecellilerinin kemâlini ve eşsizliğini göstermek için varlıklar üzerine çeşitli şekillerde dikkatleri çekmiştir. Her şey Allah’ın kudretinin ve hilkatinin eşsiz şekilde tecellisi ve tasarrufu değil midir? Zatı Yüce olan Cenâb-ı Allah, eşsiz ve sayısız isim ve sıfatlarının eseri olan mevcudat üzerine yemin etmekle, aslında kudretinin ve hilkatinin muhtelif tecellilerine, dolayısıyla kudretinin azametine, hikmetinin kemâline, rahmetinin kuşatıcılığına, hilkatinin benzersiz güzelliğine yemin etmiş olmaktadır. (bk. Nursi, Mektubat, s. 378)

    Allah'ın üzerine yemşn ettiklerinden bir örnek olarak, "Andolsun asra ki..." ( Asr, 103/1) ayetini kısaca açıklamak istiyoruz:

    Bu ayeti kerimede Cenab-ı Hak, yarattığı varlıklardan birisi üzerine yemin ediyor. Bu noktada düşünülmesi gereken iki husus vardır. Bunlardan birincisi, Allah niçin yemin eder?

    Yemin genel olarak söylenen bir söze, ortaya atılan bir iddiaya muhatabını inandırabilmek için, saygı duyulan, iki tarafça da kutsal olarak bilinen ve adı anıldığında, söylenen sözün yalan ve yanlış olmayacağı kabul edilen bir varlığın adını zikretmek, böylece karşı tarafa iddianın doğru olduğu mesajını vermektir. Çoğu zaman ise yemin için adı verilen varlık, kudretli ve aldatan kimseyi cezalandırması beklenen bir varlıktır. Müslümanların bu manada Allah'tan (c.c.) başkasının adına yemin etmesi haramdır.

    Peki Allah (c.c.) neden yemin ediyor? Elbette ki, Allah'ın (c.c.) böyle bir şahit getirmeye, sözünün doğruluğunu ispatlamak için bir başka varlığa ihtiyacı yoktur. O'nun bu yemininden kasıt, yemin ettiği varlıkla ilgili olarak insanların yanlış düşüncelerini düzeltmek ve insanların dikkatini yeminden sonra gelen ifadenin önemine çekmektir. insanlar kimi zaman varlıkların değerlerini olduğundan daha düşük gösterir ve onlara uğursuzluk, kötülük ve çirkinlik sıfatlarını yakıştırırlar. Halbuki onlar Allah'ın (c.c.) yarattığı diğer varlıklar gibi şereflidir ve bu kötü sıfatlara haiz değildir. insanlar bazen de bu varlıklara, kendilerinde bulunmayan sıfatlarla nazar eserler ve onlarda uluhiyet vehmederler. Bu da doğru değildir. Onlar yalnızca Allah'ın (c.c.) yarattığı varlıklardır. işte Allah-u teala (c.c.) bu varlıklara yemin ederek bunların ne insanların su-i zan ettiği gibi uğursuz ve değersiz varlıklar olduğunu, ne de insanların onlarda vehmettiği gibi bir uluhiyet vasıflarının bulunduğunu, bunların yalnızca Allah'ın (c.c.) eserlerinden olduğunu vurgulamak için üzerlerine yemin etmiştir.

    Düşünülmesi gereken ikinci husus ise "Asr" ın anlamı ve Allah'ın (c.c.) neden onun üzerine yemin ettiğidir.

    Bir görüşe göre "Asr" zaman (ed-dehr) demektir. Zaman insanların hayatlarını, fiillerini kuşatan bir olgudur. Yaptığımız iyi veya kötü bütün işler, zaman içerisinde gerçekleşir. Rahatlık, sıkıntı, hastalık, sıhhat, zenginlik, fakirlik hep zamanın içinde meydana gelir. Bu yüzden zaman, insanların dikkatini çeken bir olgudur. Zamana yemin etmekle, insanların dikkatleri daha sonra söylenecek sözlere çekilmiştir.
    Ayrıca cahiliye Arapları zarar ve ziyanı, zamanın kötülüklerine bağlardı. Bu gün bile insanlar başlarına bir iş geldiğinde günlerin ve rakamların uğursuzluğundan bahsetmekteler. Böylece Cenab-ı Hak, asra yani zamana yemin ederek, insanlara kötülüğün zamanda değil kendilerinde olduğunu belirtmiştir.

    Diğer bir görüşe göre (Ebu Müslim) "Asr", ikindi vakti demektir. Allah (c.c.) kuşluk vaktine (Duha) yemin ettiği gibi, günün diğer ucu olan ikindi vaktine de yemin etmiştir. Ayrıca ikindi vaktinin önemini anlatan bir çok hadisi şerif vardır. ikindi, artık günün sonunun yaklaştığı, insanların işlerini bitirmek için uğraştığı, kazanç veya kayıp hesaplarının yapıldığı bir vakittir. Ve bu özelliği ile kıyametten önceki, veya ölümden önceki son vakitlere benzemektedir. Artık hüsranda olan veya saadet içerisinde olan insan, hesap vermeye hazırlanmaktadır.

    Ayrıca cahiliye Araplarının bu vakitte işlerini bitirerek, Kabe etrafına toplandığı, burada işsiz güçsüz insanların dedikodu ve diğer çeşitli kötü işlere daldığı, bunun neticesinde çeşitli kavga, dövüş ve çirkin neticelerin hasıl olduğu rivayet edilmiştir. Bunun sonucunda Araplar, ikindi vaktinin uğursuzluğuna hükmetmişler ve aslında kendilerinde olan kötülüğü, ikindi vaktine yüklemişlerdi. işte Allah (c.c.) bu vakte yemin ederek, insanlara onun, Allah'ın (c.c.) yarattığı şerefli bir varlık olduğunu belirtmiştir.

    Üçüncü görüşe göre, "Asr" ikindi namazı demektir. Buna delil olarak Bakara Suresinin 238. ayetinde geçen "ve, ...orta namaza(ikindi namazına) da devam edin." emri gösterilmektedir. Hz. Hafsa'nın (r.a.) Mushaf'ında bu ayetin açıklaması "ikindi namazına (salat il-Asri)" şeklinde geçmektedir. Peygamber Efendimiz(s.a.v) bir hadisinde "ikindi namazını kılmayan kimse, sanki çoluk-çocuğunu ve malını-mülkünü kaybetmiştir." buyurmuştur.(Buhârî, Mevakit, 14; Müslim, Mesacid, 200, 201) ikindi namazı, gündüz vakti kılınan en son namaz olması itibari ile de çok kıymetli bir namazdır. işte bundan dolayı Allah (c.c.) ona yemin etmiştir.

    Dördüncü ve son görüşe göre "Asr", Peygamber Efendimizin yaşadığı zaman dilimidir. Zaman, Hz. Adem'den Hz. Musa'ya kadar ilk asırlar, Hz. Musa'dan Hz. Peygambere kadar orta asırlar, Hz. Peygamberden sonra ise son asırlar (ahir zaman) olarak üçe ayrılmıştır. Hz. Peygamberle birlikte islam tüm insanlara ve cinlere, onları karanlıklardan aydınlıklara çıkarmak için gönderilmiş, vahiy son defa inmiştir. Ve Allah (c.c.), "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz." (Âl-i imran, 3/110) buyurarak, Peygamberimizin ümmetini övmüştür. işte bu yüzden, Allah (c.c.) Peygamber efendimizin yaşadığı zamana yemin etmiştir.

    Sonuç olarak "Asr" kelimesi, çeşitli manalara gelen müşterek bir lafızdır. Ve bunlardan birine yönelik kesin bir ipucu bulunmamaktadır. O halde "Asr" a bu manaların hepsi verilebilir.

    Kaynaklar:
    Ve'l-Asr Tefsiri - Ahmet Hamdi Akseki
    Tefsiri Kebir - Fahruddin Er-Razi
    Hak Dini Kur'an Dili - Elmalılı Hamdi Yazır.
    Safvet üt tefasir - Muhammed Ali Essabuni

    17

    inşirah Sûresi Mekke'de, Duhâ Sûresinden hemen sonra, 12. sırada inmiştir. Bu sebeple Kur'ân ilimleri konusunda tanınmış uzmanlardan olan Tavus ve Ömer b. Abdülazîz, Duhâ ve inşirah Sûrelerini tek Sûre olarak kabul etmişlerdir.
    Duhâ Sûresinde peygamberimizin geçmişteki hayatı ve kendisine verilen nimetler hatırlatılmış, ayrıca bundan sonra kendisinden beklenen davranışların bir kısmı açıklanmıştı. Bu Sûrede de peygamberimize verilmiş olan nimetlerin hatırlatılması sürdürülmekte ve kendisinden beklenen davranışların açıklanmasına devam edilmektedir.
    Sûrenin tahliline başlamadan önce, Müslümanlar arasına sokulmuş bir hurafe olan شرحالصّدر - şerh-ı sadr = Göğsün Yarılması mucizesinden bahsetmekte yarar görüyoruz. Çünkü bu tür asılsız anlatımların bugüne kadar Müslümanlara nelere mal olduğu herkesin malûmudur.
    Peygamberimizin kalbinin ameliyatla açılarak içindeki maddî ve manevî pisliklerin çıkarıldığını ve bunların yerine yüksek faziletlerin konduğunu dile getiren uydurma rivayetlerin, olayın farklı zaman ve yerlerde gerçekleştiğini ifade eden dört ayrı varyasyonu vardır:
    Birinci ameliyat, peygamberimiz henüz bebekken sütannesi Halime'nin yanında yapılmıştır. Rivayete göre peygamberimiz o sırada bir süt çocuğu olmasına rağmen seneler sonra bu ameliyatı hatırlamış ve şöyle anlatmıştır:
    "Çocuktum, arkadaşlarımla bir derede oynuyorduk. Üç kişi geldi, yanlarında bir altın leğen vardı. içi karla doluydu. Beni arkadaşlarımın arasından aldılar. Birisi beni yanım üstüne yatırdı. Karnımı yardı. Ben bakıp duruyordum. Hiç acı duymadım. Karnımdan bağırsaklarımı çıkarıp leğende yıkadı. Yine karnıma koydu. Öteki gelip kalbimi dışarı çıkardı. Kalbimin içinden pıhtılaşmış bir kara kan parçasını çıkarıp attı. Sonra nurdan bir mühür çıkarıp kalbimi mühürledi. Sonra kalbim peygamberlik ve hikmet nuruyla doldu. Sonra kalbimi yerine koydu. Üçüncüsü ise karnımın yarılan yerini sıvazlayıp yaramı iyileştirdi. [12-1]

    ikinci ameliyat, peygamberimiz on yaşındayken yapılmıştır. Bu ameliyat hakkındaki rivayet, peygamberimiz hakkında uydurduğu yalan hadisler ile şöhret yapmış olan Ebû Hüreyre kaynaklıdır. Buna göre hadise şöyle olmuştur:
    Peygamberimiz on yaşından birkaç ay almışken yolu çöle düşmüş. Başının üstünde (gökte) iki adam konuşuyorlarmış. Birisi diğerine "Bu, o mu?" diye kendisini göstermiş. Öbürü: "Evet, bu o" demiş. Sonra peygamberimizi yatırıp kansız ve acısız ameliyatı gerçekleştirmişler. Kalbinden "kin" ve "kıskançlığı" çıkarıp "merhamet" ve "şefkat"i koymuşlar. [12-2]

    Üçüncü ameliyatın Hıra mağarasında yapılmış olduğu rivayet edilmişse de nedense senaryolaştırılmamış ve çeşitli kitaplarda ayrıntısız bir şekilde yer almıştır.
    Dördüncü ameliyat ise, "Miraç" süreci içinde yapılmış ve Mevâhibü'l-Ledünniyye, ibn-i Kesir gibi daha birçok hadis kitabında geniş ayrıntılarla yer almıştır. Miraç'la ilgili rivayetlerde detaylarıyla anlatılan bu ameliyatın özeti şöyledir:
    Peygamberimiz Kâbe'nin yanında yan üstü yatmakta iken üç kişi gelmiş, kimlik tespiti yaptıktan sonra ameliyata başlamışlardır. Ameliyatta göğüs ve kalp zemzem ile yıkanmış, açılan kalbin içine altın leğendeki tastan iman ve hikmet doldurulmuştur. Sonra göğüs kapatılmış ve peygamberimiz cennet bineği olduğu iddia edilen Burak marifetiyle yüce makamlara gönderilmiştir. [12-3]
    Gerek bu yalanları uyduranlar, gerekse uydurulan bu yalanları eserlerine koyanlar, farkında olarak ya da olmayarak hem ağır bir günah işlemişler, hem de daha süt çocuğu iken kalbi zemzem ile yıkanıp nur ile mühürlenen peygamberimizi, her seferinde yeniden temizlenmeyi gerektirecek kadar kalbinde kötülük oluşan, uslanmaz, haşarı bir insan olarak göstermişlerdir. Böylece ilk günahlarına bir de iftira suçunu eklemişlerdir.
    Ancak; bu yalanların sadece uyduranlar açısından değil, aynı zamanda bu yalanlara inanan muhataplar açısından da olumsuz neticeler doğuracağı kesindir. Bu olumsuz neticelerle karşılaşmak istemeyen bir Müslüman'ın yapması gereken tek şey, aklını kullanmaktır. Aslında her akıllı Müslüman, kalbin ameliyat esnasında yıkanarak kötülüklerden arındırılması ve boşalan yere aklın ve idrakin ürünü olan erdemlerin ve imanın doldurulması gibi mantıksız bir yalanı derhal anlayabilir ve reddedebilir. Aklını kullanmayıp bu yalanlara inananlar ise bilmelidirler ki, Allah, pisliği aklını kullanmayanların üzerine kılacaktır. [yağdıracaktır, bırakacaktır]. (Yûnus Sûresinin 100. Âyeti).
    ÂYETLERiN MEALi:
    RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA.

    1. Biz, senin için, senin göğsünü açmadık mı?

    2. Senden ağır yükünü indirmedik mi?

    3. Ki o, senin belini çatırdatmıştı.

    4. Senin zikrini [şanını] de senin için yüceltmedik mi?

    5. Demek ki zorluğun yanında mutlaka bir kolaylık var.

    6. Zorluğun yanında bir kolaylık muhakkak var.

    7. O halde boşalır boşalmaz hemen yeni bir şeye başla.

    8. Ve arzularını yalnızca Rabbine yönelt.


    ÂYETLERiN TAHLiLi:
    1. Biz, senin için, senin göğsünü açıp genişletmedik mi?

    شرحالصّدر - ŞERH -i SADR:
    Deyimi oluşturan sözcüklerden biri olan شرح - şerh sözcüğü aslen "et ve benzeri şeyleri açmak, yaymak, açıp yayarak genişletmek" anlamındadır. Deyimin ikinci sözcüğü صدر – sadr ise, "her şeyin ön ve baş tarafı, insan vücudunun kalp ve ciğerleri de içine alan baş ile bel arasındaki bölümünün ön kısmı, yani sine, göğüs, bağır" denilen bölgesidir. Ayrıca sadr sözcüğü, kinaye olarak قلب - kalp ve نفس . nefs sözcükleri için de kullanılır.
    Yukarıda açıkladığımız şerh ve sadr sözcüklerinden oluşan شرحالصّدر - şerh-ı sadr tamlamasının sözcük anlamı "göğüsün açılması" demektir. Deyim olarak ise "göğüs ve kalp ferahlığı" demektir. Bu deyim aynı zamanda ruhsal sevinç, şevk, bilgi ve tahammül genişliği anlamlarına da gelir. Nitekim Arap dilinin ve Kur'ân kavramlarının büyük otoritelerinden olan Ragıb, Müfredât adlı eserinde şerh-ı sadr deyimi için "ilâhî nurla göğsün genişlemesi, Allah tarafından bir huzur ve rahatlatmadır" açıklamasını yapmıştır. [12-4]
    Bu deyimin karşıt anlamlısı olarak ضيق الصّدر - dîg-ı sadr=göğüs darlığı deyimi kullanılır. Türkçeye "tazyik [sıkıştırmak]" olarak geçen ضيق - dîg sözcüğü, çok sıkıştırmak, "âdeta presle sıkıştırmak" demektir. Göğsün sıkışması sebebiyle oluşan sıkıntıdan dolayı deyim "göğüs darlığı" anlamını kazanır. Bu nedenle ضيقالصّدر - dîg-ı sadr deyimi, manevî açıdan "iç sıkıntısı, ümitsizlik, karamsarlık, manevî çöküntü" anlamlarında kullanılır. Nitekim Hicr Sûresinin 97. Âyetindeki "hiç kuşkusuz, gerçekte onların söyledikleri sebebiyle gönlünün daraldığını biliyoruz" ifadesi de peygamberimizin çektiği böyle bir manevî sıkıntıyı dile getirmektedir.
    شرحالصّدر - şerh-ı sadr deyimi, Kur'ân'da dört yerde daha geçmektedir:
    (Enam; 125) Ve sonra, Allah kimi doğru yola iletmek isterse, islâm için onun göğsünü açar. Kimi de saptırmak isterse, göğsünü öyle sıkar ki, o, göğe yükseliyormuş gibi olur. işte böyle, Allah, pisliği iman etmeyenlerin üzerine kılar. [bırakır, atar]
    (Zümer; 22) Allah'ın islâm için göğsünü açtığı kimse, Rabbinden bir ışık/aydınlık üzerinde olmaz mı? Allah'ın zikrine karşı kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! işte onlar apaçık sapıklık içindedirler.
    (Nahl; 106) Kalbi iman ile yatışmış halde iken baskıyla zorlanan kimse hariç, kim imanından sonra Allah'a küfür eder, inkâra göğsünü açarsa, böylelerinin üzerine Allah'tan bir gazap iner. Bunlar için büyük bir azap da vardır.
    Tâ-Hâ; 25–28) Mûsâ dedi ki: "Rabbim! Göğsümü aç, işimi bana kolaylaştır. Dilimden de düğümü çöz ki, sözümü iyi anlasınlar "
    Görüldüğü gibi, bu deyim Âyetlerin hepsinde "ferahlık, rahatlık, metanet" gibi anlamlarda kullanılmış, ima ile de olsa kesinlikle kalp ameliyatı anlamında kullanılmamıştır.
    Meallerin çoğu Âyeti "Biz senin göğsünü açmadık mı?" şeklinde çevirmişler ve Âyette geçen لك - leke = senin için sözcüğünü ihmal etmişlerdir. Oysa çeviride bu sözcüğün de kullanılarak Âyetin Biz senin için, senin göğsünü açıp genişletmedik mi? şeklinde çevrilmesi gerekmektedir. Buradaki لك – leke = senin için sözcüğü, peygamberimize yapılan özel bir iltifatı simgelemesi açısından bir incelik içermektedir. Bu incelik, Allah'ın peygamberimizin yüreğini, Tâ-Hâ Sûresinin 25. Âyetinde belirtildiği üzere, Mûsâ peygamberin yakardığı gibi yakarmasına gerek kalmadan ferahlatmasıdır. Bu ferahlatmanın peygamberimize yapılan bir iltifat olduğu لك – leke=senin için sözcüğü kullanılmak suretiyle vurgulanmıştır.
    2,3. Senden ağır yükünü indirmedik mi? Ki o, senin belini çatırdatmıştı.

    Yukarıda bahsettiğimiz شرح الصّدر - şerh-ı sadr deyimi için ameliyat senaryoları yazanlar, neyse ki bu Âyette geçen "sırtındaki yük" ve "belini bükme" deyimleri için peygamberimizin ağır yükler altında kemikleri çatırdayan bir hamal olduğu yolunda hikâyeler uydurmamışlardır. Fakat tefsirciler "sırta ağır gelen yük"ün ne olduğu hakkında aşağıdaki gibi değişik yorumlar yapmışlardır:
    Bu yük, büyük günah anlamındadır. Peygamberimizin de geçmişinde günahları vardı.
    Bu yük ümmetinin günahlarıdır ki, ümmetine şefaat yetkisi alarak bu yükten kurtulmuştur.
    Bu yük, gittiği bir düğünde seyrettiği kötü şeylerin günahıydı. Ama Allah onu orada uyuttu ve daha çok günaha girmesini engelledi.
    Bu yük Cebrâîl korkusuydu, ona alıştırıldı.
    Bu yük toplumun tepkisiydi, dayanıklı kılınarak alıştırıldı.
    Bu yük tam hidayet üzerinde olmadığı peygamberlik hayatından önceki tüm hayatı idi.
    Ebu Talib ve Hadice ölünce ağır yük altına girmiş oldu.
    Biz, bu ağır yükün peygamber olmanın getirdiği ağır sorumluluk olduğu görüşündeyiz. Nitekim Doğrusu Biz senin üzerine ağır bir söz bırakacağız anlamındaki Müzzemmil Sûresinin 5. Âyeti hatırlandığında, peygamberimize tevdi edilen ağır sözden peygamberlik görevinin ağır bir görev olduğu kolayca anlaşılır.
    Gerçekten de bu görev çok ağırdı ve tek başına altından kalkılması zordu. Peygamberimiz aldığı görev gereği hem tebliğine devam edecek, hem de Kalem Sûresinin 48. Âyetindeki, Öyleyse Rabbinin kararına karşı sabret, balık arkadaşı gibi olma ve Müddessir Sûresinin 7. Âyetindeki Ve yalnız Rabbin için sabret talimatlarına uyarak tepkiler karşısında asla geri çekilmeyecek, karşılaştığı zorluklarla, azgınlıklarla, karanlıklarla tek başına mücadele edecekti. Peygamberimize صبر - sabr sözcüğü ile verilmiş olan mücadele görevi, bundan sonraki Asr Sûresinde görüleceği gibi tüm Müslümanlara da verilmiştir.
    Peygamberimizin görevi gerçekten çok ağırdı ama Âyette bu yükün hafifletildiğinden bahsedilmektedir. Bu ifadeden anlaşılmaktadır ki, ilk tebliğden itibaren peygamberimizin tebliğine uyanlar çoğalmaya başlamış, bu yeni müminler ortaya koydukları maddî-manevî destekleriyle peygamberimizin yükünü kısmen de olsa hafifletmişlerdir.
    4. Senin zikrini [şanını] de senin için yüceltmedik mi?

    Bu Âyet hakkında da birçok yakıştırma yapılmış ve "zikrin yüceltilmesi"nden maksadın, peygamberimizin adının "Arş-ı a'lâ"ya yazılması olduğu söylenmiş ve buna bağlı olarak peygamberimizin adı kelime-i şehadette ve tahiyyatta Allah ile beraber anılmaya, ezanlarda, hutbelerde, vaazlarda, kitaplarda "Hamdele" ve "Salvele" ile yer almaya başlamıştır. Ancak peygamberimize verilen bu sıfat ve rütbelerin hepsi de ona insanlar tarafından verilmiş sıfat ve rütbelerdir. Oysa Âyette bizzat Rabbimiz tarafından verilen rütbelerden bahsedilmektedir. Şu halde Allah'ın peygamberimize verdiği rütbelerin ve terfilerin neler olduğunu öğrenmek, dolayısıyla "zikrin yüceltilmesi"nin ne olduğunu anlamak için sadece Kur'ân'a bakmak gerekmektedir.
    Kur'ân'a bakıldığında görülmektedir ki, Alak ve isrâ Sûrelerinin 1. Âyetlerinde sıradan bir kul olarak zikredilen peygamberimiz;
    Fetih Sûresinin 29 ve Ahzab Sûresinin 40. Âyetlerinde رسولاللّه - Allah'ın elçisi,
    A'râf Sûresinin 157. Âyetinde النّبىّالامّى - Nebiyy-i Ümmî = Anakentli peygamber,
    Enfâl Sûresinin 64, 65, 70; Ahzab Sûresinin 1, 28, 45, 50, 59 ; Mümtehıne Sûresinin 12; Talâk ve Tahrim Sûrelerinin de 1. Âyetlerinde النّبى - Nebiyy = peygamber,
    Ahzab Sûresinin 40. Âyetinde de خاتمالنّبىّ - Hatemu'n-Nebiyyîn = Peygamberlerin mührü, sonuncusu, zirvesi, rütbeleriyle zikredilerek terfi ettirilmiştir.
    ذكر - zikir sözcüğünün ilk anlamı "hatırlama ve hatırlatma", ikinci anlamı ise "hatırlatan şey" demektir. Bu anlamıyla zikr, kişiyi hatırlatan namı, şanı, rütbesi demektir. Sözcük mecazen de "itibar, onur" manasına gelir. Buna göre Âyetin anlamı "Senin namını, şanını, rütbeni, itibarını, onurunu seni memnun etmek için yüceltmedik mi? Sen sıradan bir kul iken sana 'Allah'ın elçisi', 'peygamber', 'Hatemu'n . Nebiyyîn' rütbelerini vermedik mi? Böylece seni toplumda yüksek rütbeli, yüksek itibarlı, çok onurlu bir duruma getirmedik mi?" olmaktadır.
    Birinci Âyette geçen لك - leke = senin için sözcüğü bu Âyette de kullanılarak "zikrin yüceltilmesi" yolu ile yine peygamberimize özgü bir iltifat yapıldığı vurgulanmıştır.
    4. Âyetin geçmiş zaman kipiyle ifade edilmiş olması, yine tahakkuk-u vukûuna [gerçekleşmesinin kesinliğine] binaendir. Zira Âyet indiğinde yukarıda anılan rütbeler henüz peygamberimize verilmemişti.
    5,6 Demek ki zorluğun yanında mutlaka bir kolaylık var. Zorluğun yanında bir kolaylık muhakkak var.

    Zorluk ve kolaylık gibi iki zıt olgunun bir arada olamayacağı düşüncesi ile bu iki Âyetteki مع - ma'a = beraber edatına genellikle بعد - ba'de = sonra anlamı verilmiş ve Talâk Sûresinin; Allah bir zorluktan sonra bir kolaylık kılacaktır anlamındaki 7. Âyetinin de delâletiyle Âyetler her zorluktan sonra mutlaka bir kolaylığın geleceği şeklinde anlaşılmıştır.
    Oysa bize göre bu Âyetler, Bakara Sûresinin 179. Âyetindeki … Kısasta ölüme ölüm, göze göz, dişe diş... Sizin için hayat vardır… Ve yine Bakara Sûresinin 216. Âyetindeki … Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlıdır ve olur ki sevdiğiniz şey de sizin için şerdir … ifadelerinde olduğu gibi, zıt anlamlı kavramların bir arada olabileceği göz önüne alınarak yorumlanmalıdır. Bu açıdan bakılınca her iki Âyet de Leyl Sûresinin 5–7. Âyetlerindeki Bu nedenle kim malını/kazancını verir, takvalı davranır ve en güzeli doğrularsa Biz ona en kolay olanı kolaylaştıracağız, sözleriyle vaat edilenlerin gerçekleşmesi durumuna işaret etmektedir. Peygamberlerin ve Sâlih amel sahibi müminlerin hayatlarına bakıldığında, karşılaştıkları zor gibi görünen her durumda Allah'ın onlara mutlaka bir kolaylık yaratmış olduğu görülmektedir. Çünkü Allah, فتّاح - fettâh sıfatı ile her türlü zorluğu açmakta, kolaylaştırmaktadır. Dolayısıyla bu Âyetle Allah, dünya hayatında insanları denerken, sonsuz rahmetinin bir sonucu olarak her zorlukla beraber mutlaka bir kolaylık yaratacağını müjdelemiştir.
    Nitekim Allah bu vaadini peygamberimiz döneminde yaşayan müminler üzerinde açıkça göstermiş ve bunu da Kur'ân'da belirtmiştir:
    (Nisâ; 100) Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde barınacak çok yer ve genişlik bulur. Kim Allah'a ve elçisine hicret etmek üzere evinden çıkar, sonra kendisine ölüm gelirse o kişinin ecri/ ödülü şüphesiz Allah'a düşmüştür. Allah bağışlayıcıdır, esirgeyicidir.
    (Enfâl; 26) Hatırlayın; hani sizler sayıca azdınız ve yeryüzünde zayıf bırakılmıştınız, insanların sizi kapıp- yakalamasından korkuyordunuz. işte O, sizi [yerleşik kılıp] barındırıyordu, sizi yardımıyla destekledi ve size temiz şeylerden rızıklar verdi. Ki şükredesiniz.
    Allah'ın aynı vaadini peygamberimizle ilgili olarak yerine getirdiğini gösteren bir başka örnek de Tövbe Sûresinin 40. Âyetinde yer almaktadır. Bu Âyette, müşriklerce izlenen peygamberimizin bir arkadaşı ile birlikte bir mağaraya sığınışı ve o kötü durumdan Allah'ın yardımıyla kurtuluşu anlatılmaktadır:
    (Tövbe; 40) Siz ona [peygambere] yardım etmezseniz, kesinlikle Allah ona yardım etmiştir. [edecektir] Hani kâfirler ikinin ikincisi olarak onu [Mekke'den] çıkarmışlardı; ikisi mağarada olduklarında arkadaşına şöyle diyordu: "Hüzne kapılma, elbette Allah bizimle beraberdir." Böylece Allah ona huzur ve güvenlik duygusunu indirmişti, onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemiş, inkâr edenlerin de kelimesini [inkâr çağrılarını] en alçak kılmıştı. Oysa Allah'ın kelimesi, en yüce olandır. Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.
    Allah'ın müminlere sağladığı kolaylıklara diğer peygamberlerin Kur'ân'da anlatılan hayatlarından da örnekler verilebilir:
    Meselâ Yûsuf peygamber, kendisini kıskanan kardeşleri tarafından kuyuya atılmış, ama kuyunun yanından geçen bir kervan tarafından kuyudan çıkarılmıştır. Daha sonra köle olarak satılmış ve bir iftiraya uğrayarak hapse düşmüş, buna karşılık güzel ahlâkı ve Rabbine olan güveni sayesinde Allah onu hem bu zorluklardan kurtarmış hem de ailesine kavuşturmak ve önemli bir yönetici yapmak suretiyle ödüllendirmiştir.
    Keza Mûsâ peygamber de, tarihin en azgın insanlarından biri olan Firavun ile olan mücadelesinden Allah'ın kendisine yaptığı mucizevî yardımlar sayesinde üstün çıkmıştır. Öyle ki, Rabbinin lütuf ve ihsanıyla Firavun'un büyücülerini alt etmiş, asası ile denizi ikiye ayırarak kavmini Mısır diyarından kurtarmıştır.
    Sonuç olarak Allah, Âyetinde de bildirdiği gibi, koyduğu hükümlere samimiyetle bağlı olanlar için mutlaka bir kolaylık yaratmaktadır. Bakmasını bilen her insan, Allah'ın kendisi için yarattığı kolaylıkları görebilir ve hiçbir zaman zorluklar karşısında gevşeklik göstermez. Ne var ki, bu gerçeği görebilmek ancak Allah'tan korkup sakınmakla, Allah'a güvenip sığınmakla, tek dost ve velinin sadece Allah olduğuna iman etmekle mümkündür. Yüce Allah, bu özellikteki kullarını ummadıkları yerlerden rızıklandıracağını ve onların işlerini kolaylaştıracağını şu Âyetlerle ilân etmiştir:
    (Talâk; 2–3) işte bununla, Allah'a ve âhiret gününe iman edenlere öğüt verilir. Kim Allah'tan saygıyla sakınırsa, [Allah] ona bir çıkış yolu gösterir ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim de Allah'a tevekkül ederse, O, ona yeter. Elbette Allah, kendi emrini yerine getirip, gerçekleştirendir. Allah, her şey için bir ölçü kılmıştır. [koymuştur, belirlemiştir]
    (Talâk; 7) Geniş imkânları olan, nafakayı geniş imkânlarına göre versin. Rızkı kısıtlı tutulan da, artık Allah'ın kendisine verdiğinden versin. Allah, hiçbir nefse ona verdiğinden başkasıyla yükümlülük koymaz. Allah, bir güçlüğün ardından bir kolaylık kılacaktır.
    7. O halde boşalır boşalmaz yeni bir şeye başla.

    Bu Âyet peygambere görevini tatil etme veya ara verme yetkisi verilmediğini, tebliğe ara vermeksizin devam edilmesi gerektiğini ifade etmektedir.
    Ancak buradaki mesaj sadece peygamberin ana görevi olan tebliğ ile sınırlı değildir. Bilakis peygamberlik süreciyle ilgili her olayı kuşatacak bir genelliğe sahip olan mesaj, her türlü olayda karşılaşılan sorunların üzerine gitmemek ya da sorunlardan kaçmak yerine, sorunlarla bıkmadan, yılmadan ve ara vermeden mücadele etme gerekliliğine işaret etmektedir. Dikkat edilecek olursa, Âyette "boşalır boşalmaz" diye çevirdiğimiz ifade, bir acelecilik ve süreklilik içermektedir. Bu acelenin sebebi, bundan sonraki Asr Sûresinde açıklanacağı gibi zamanın azalmasıdır.
    8. Ve arzularını yalnızca Rabbine yönelt!

    Çünkü Allah'tan başka yol gösterecek ve yardım edecek yoktur.
    Rağbet, bir şeyi çok özlemle istemek demektir. Ne istiyorsan, neye özeniyorsan bunları sadece Rabbine yönelt, onları sadece Rabbinden iste!
    Âyetteki فارغب - ferğab sözcüğü فرغّب - ferağğıb olarak da okunmuştur. Buna göre Âyetin anlamı ve başkalarını yalnızca Rabbine özendir" demek olur.

    edit: arapça metinler çıkmadı maalesef.
    0 ...