ekşi sözlükten alınmış sorulardır. keşke kaynak belirtilseydi.. kul hakkı konusuna bir ara elbet değiniriz..
üstelik cevapların -istisnasız- hepsi internet üzerindeki taramalarınızda kaynaklarla beraber çıkacaktır.
bir kaçına yer vermek istedim.
1)Noktasından virgülüne, tertibinden dizilişine Kurân-ı Kerim ile ilgili olarak soracağımız her sorunun muhatabı doğrudan vahiy sahibidir. Neden şöyledir, neden böyledir, niçin şu âyet şu âyetten önce gelmiştir... vs. tarzında sorulacak her soru, karşısında, doğrudan, vahiy sahibi olan Cenab-ı Feyyâz-ı Mutlakın yüksek irâdesini bulur.
Yüce Kitabımız Kurân-ı Kerim ilk âyetinden son âyetine kadar hiç şüphe yok ki, vahiy mahsulüdür. Hiçbir yönü, hiçbir niteliği, hiçbir tertibi, hiçbir düzeni yoktur kihâşâvahiy harici bir parmak karıştırılmakla ortaya konmuş olsun. Kurân-ı Kerim âyetleri, Peygamber Efendimizin (asm) Peygamberlik süresi olan yirmi üç yıl zarfında ihtiyaç vaki oldukça nazil olmuş; nazil oldukça da bizzat Hazret-i Cebrail (as) tarafından inen âyetin hangi sûrenin hangi âyeti bulunduğu söylenmiştir. Meselâ ilk inen beş ayetin, Kurânın 96. Sûresinin girişine yerleştirilmesi tamamen vahiy eseridir. On dokuz âyetten müteşekkil olan Alak Sûresinin (96. Sûre) diğer âyetleri de, daha sonra yine Mekke döneminde nazil olmuştur. Bir gün bir sûrenin bir âyeti, bir başka gün bir başka surenin bir başka âyeti ihtiyaç ortaya çıktıkça nazil oluyordu.
Peygamber Efendimiz (asm) her âyeti vahiyden aldığı işaret ile zihnen kendi yerine koyuyor ve böylece hafızasına alıyordu. Sahabeler de her âyeti ve sûreyi, nazil oldukça, yerli yerinde ezberliyorlardı.
Cebrail Aleyhisselam her Ramazan ayında iniyor, o ana kadar Cenab-ı Haktan indirdiği Kurân âyetlerini, Peygamber Efendimizle (asm) mukabele ediyorlar, yani karşılıklı okuyorlardı. Böylece o ana kadar inen âyetler Peygamber Efendimizin (asm) nezih dimağında pekiştirilmiş oluyordu. Bu mukabele Peygamber Efendimizin (asm) son senesinde ikişer defa yapıldı. Peygamber Efendimiz (asm) bundan, o sene içinde görevinin sona ereceğini sezmişti. Kurân âyetlerinin nüzulü tamamlandığında, tamam birer Kurân, âyet ve sûreleriyle yerli yerince, gerek Peygamber Efendimizin (asm), gerekse Onun sadık sahabelerinin (ra) pâk zihinlerine yerleşmiş bulunuyordu. Ayrıca ceylan derilerine ve sair sayfalara da aynı sıra ve tertip üzere yazılmıştı.
Nitekim inen son âyet de, Mâide Sûresinin (5. sûre) üçüncü âyetidir. Bu âyette Cenab-ı Hak: Bu gün size dininizi kemale erdirdim. Üzerinize olan nimetimi tamamladım. Din olarak sizin için islâmiyeti seçtim buyurur. O sene içinde Peygamber Efendimiz (asm) dâr-ı bekaya irtihal buyurduğunda, Kurân-ı Kerim bütün âyetleriyle birlikte, bu günkü sırasıyla, birçok sahabenin ezberinde mevcut idi.
Kurân-ı Kerimin sayfalarında Allahın isimlerinin belirli bir tenasüp ve uygunluk içinde geçer
bu tespitini Kurânın tertibinin, surelerinin ve âyetlerinin sıralanışının da vahye dayalı olduğu hususuna delil olarak sunulur ve Kurân-ı Kerimdeki tevafuklara işaret eder. Meselâ Allah lafzının karşı karşıya gelen sayfalarda veya yaprağın iki yüzündeki sayfalarda adet itibariyle genellikle birbiriyle uygun düştüğünü, bunun ise Kurânın sayfa düzeninin vahye dayalı olduğuna bir delil teşkil ettiği bildirilir.
2)
Günümüzden misâl verecek olursak; bir kısım sigara, içki müptelası veya sokaklarda gezme hastası, yahut kahvede oturma alışkanlığı olan kimseler düşünelim. Bunların başlarını kesseniz ve "Arkadaş kahveye gidersen öleceksin" deseniz, o yine bir takım bahaneler ileri sürerek gidecektir. Eğer bir gün kahveye gitmeyip evde kalsa, evinde bir köşeye oturacak, üf-üf edecek ve fırsat bulunca da kahvenin yolunu tutacaktır. Çünkü alışageldiği hayat şekli değişmiştir. Halbuki o, lüzumlu olmayan basit bir adetini terk etmiştir.
Şimdi bir de, sigara tiryakisini ele alalım; nikotik olmuş bir adama diyorsunuz ki: "Vücuduna zararlı olan bu sigarayı terk et. Çünkü senin sigara içmen yavaş yavaş intihar etmek gibidir. Sanki elindeki hançeri birdenbire değil de, yavaş yavaş sinene saplıyor ve âheste âheste intiharı tamamlamış oluyorsun." Hatta bunu bir hekime anlattırsanız, yâni doktor dese ki: "Sigarada, hiçbir fayda olmadığı gibi, şöyle şöyle, zararları da var." bu adam sigarayı terk etmek için bir hayli tereddüt geçirecektir. Bırakın onu, bildiği halde doktorun kendisi de vazgeçmiyor ya...
Bir de alkolik kimseyi ele alınız; adam mest olmuş, iç alemi başkalaşmış. O kadar ki, bir adım daha atsa kendinden aşağı tabakadaki mahlûklara benzeyecek. Şimdi bu kimseye birden: "içkiyi bırak" demek, "fıtratını değiştir" demek gibi olacaktır.
Böylesine, insanların huy haline gelmiş ve damarlarına işlemiş âdetleri, kötü ahlakdan binlerceye çıkarınız ve sonra Kur'ân'ın inişindeki zamanın geniş tutulmasını düşününüz...
Evet dikenleri kesip evvela çapa yapıyor, kötü şeyleri tahliye edip temizliyor. Sonra süslemeye başlıyor. Yani kötü huyları onların ruhlarından çıkararak, âli huyları getirip yerleştiriyor ve kısa denecek bir zamanda binlerce iş yapıyor. Buna göre biz, Kur'ân-ı Kerim'in 23 senede indirilmesini çok sür'atli buluyoruz. Bediüzzaman Hazretlerinin de dediği gibi: "Haydi, yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar! O zâtın o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini acaba yapabilirler mi?" işte, hodri meydan!
içkiden binlerce yuvanın yıkıldığı meydandadır. Yeşilay Cemiyeti her sene konferanslar vermektedir. Bu işi genişleterek ilköğretimden yüksek tahsile kadar götürmektedir. Buna karşılık acaba kaç kişi içkiyi terk etmektedir. Buyurun üniversite, bütün profesörleriyle seferber olsun, bir sene çalışsınlar acaba yirmi adama içkiyi terk ettirebilecekler mi? Şayet başarabilirlerse, bunu onlar hesabına çok büyük muvaffakiyet sayacak ve Efendimiz'in (sav) icraatının yanına altın yazılarla yazıp asıvereceğiz. Heyhat, o bir kere olmuştu! Dost-düşman, o sûrette ikincisini imkansız görüyor.
Evet, 23 sene çok seridir; bu yüzden de, Kurân'ın yaptıkları mucizedir. insanlık, Efendimiz'in (sav) 23 senede kat ettiği mesafeyi binlerce senede kat'edememiş; kat'edemez de...
Kur'an-ı Kerim bir taraftan böyle kötü huyların binlercesinin kaldırılmasını hedef almış, diğer taraftan da kaldırılan bu kötü huyların yerini Kur'anın yüksek ahlaki düsturları ile donatmak, ziynetlendirmek vazifesini hedeflemiş ve bütün bunları kimseyi örselemeden, törpülemeden, ürkütmeden, ruhlarını rencide etmeden onlara kabul ettirmiş. Ortaya attığı bir çok meseleyi o kadar çeşitli safhalardan geçirip tatbikat sahasına getirmiştir ki; bugün onların birkaçının pratik hayata hâkim olması için daha bilmem ne kadar 23 seneye ihtiyaç duyulmaktadır.
Bu 23 sene, süreye ihtiyaç duyulan bir kısım emir ve yasakların, o günün insanının kabullenip benimsemesi için gerekli olan bir zamandı ve belli şeylerin derece derece kaldırılması, onların yerlerine de belli şeylerin yerleştirilmesi için bu süreye ihtiyaç vardı. Meselâ, bu süre zarfında üç dört devrede içki yasaklanmış, iki devrede kız çocuklarına yapılan zulümler kaldırılmış; darma dağınık kabile hayatı, bir iki hamlede halledilmiş ve kabileler arasında birlik temin edilerek kitleler toplum hayatı şuura yükseltilmiş, böylece kendilerine bir cemiyet teşkil etme liyâkati kazandırılmıştır ki, bütün kötü huyların atılması, onların yerlerine yüksek ahlakın getirilip oturtulması gibi çok çetin icraatlarla mümkün olabilmiştir. Bundan dolayı da daha uzun zamana ve mehile ihtiyaç hasıl olmuştur.
Ayrıca görüyoruz ki, bizim hayatımızda, şu sene şartlar şöyle gitti, bundan dolayı şöyle bir sosyal denge ve düzen gerekiyor. deyip gelecek sene şartların değişeceği hesap edilerek, plân elâstikiyeti ona göre ayarlanıyor; daha sonraki senelerin şartlarına göre, detaylardaki değişmelerin dizaynı yapılıyor: derken zamanın akıcılığı ve eşyanın tabiatına uygunluk aranarak yaptığımız şeylerin sürekliliğini temine çalışıyoruz. Bunun gibi saadet devrinde de, müslümanlar tıpkı bir ağaç gibi büyüyor âheste âheste yeni şartlara adapte oluyor ve fıtrî olarak gelişiyorlardı. Müslümanlığa hergün yeni katılımlar, ısınmalar oluyor, yeni yeni fikirler, şuurlar kazanılıyor; onlara alıştırmalar yapılıyor ve derken fertler, sosyal fertler haline geliyordu. Bunlar yavaş yavaş oluyordu ama; bütün olmalar âhenk içinde birbirini takip ediyordu. işte, bu seyr içindeki çeşitli safhalar, ebedlere kadar devam edecek olan islâm hakikatının mikro planda, zaman boyutuna ait bütün hususiyetlerini aksettiren bir ayna oluyordu.
Bu, 23 senede değil de, birden bire yapılmak istenseydi, bir ölçüde o bedevî cemiyet bu işe dayanamayacak ve ölecekti. Bunu, şuna benzetebiliriz. Meselâ: bir insan güneşe maruz kaldığı zaman, cildinde değişmeler olur. Soğuk memleketlere götürüldüğü zaman da bu defa ona göre bir takım küçük küçük değişmeler meydana gelir, ama katiyyen 20 mutasyon ağırlığında ciddi bir değişiklik birden olamaz. Olsa, bu türlü seri fizikî değişmelerde canlı öldüğü gibi, bunda da öyle olur. Bu tıpkı 1 (bir) atmosfer basınç altında duran birinin birden bire 20 bin fitlik bir irtifaya çıkması gibi bir şey olur ki, insan orada hemen ölüverir. O noktaya uçaklar dahi çıkarken, oksijen maskeleri ve sâire ile sizi ihtiyatla çıkarıyorlar.
işte böyle birden 20 bin fit irtifaa yükselmek nasıl öldürüyor; öyle de hayat anlayışı, aile anlayışı, ferd anlayışı sıfır derecede olan bir cemiyete, birden bire, Kur'ân inip aynı günde hemen: "işte hükümler ve kanunlar, tatbik edin. Bu kitaptaki hükümlerin hepsini eksiksiz yaşayın." diye karşılarına çıksaydı, o cemiyetten hiç kimse bunu kabul etmezdi. Çünkü bu, birden bire cemiyetin 20 bine fite yükselmesi demekti ki o cemiyet buna dayanamayacaktı. Öyleyse Kur'ân-ı Kerim'in, hükümlerini insanlara 23 senede getirmesi, yavaş yavaş, adım adım telkin etmesi, insan yaratılışına uygunluğun gereğidir ve insanın yapısına da en uygun olanıdır.
insanı kâinattan ayıramayacağımıza göre, onu kâinatın içindeki hadiselerin seyrine göre ele alma mecburiyetinde olduğumuzu ve onu kâinattaki gelişmelerin dışında değerlendiremeyeceğimizi, kabullenme mecburiyetindeyiz. Kâinatta nasıl ki, bazı gelişmeler yavaş yavaş ve basamaklar şeklinde oluyor ve kanunlar o doğrultuda hareket ediyor, insanın olgunlaşma ve terakkisi de, aynı şekilde olacaktır. O ilerlemenin zembereği, esası ve prensipler mecmuası olan Kur'ân-ı Kerim de, işte bu esasa binaen 23 senede nâzil olmuştur.
4)
Önce şunu kesin olarak biliyoruz ki, sonradan kesilmesi istenen tek şey sünnet yeri" değildir. Tırnaklarımız da, saçlarımız da, koltuk-eteklerimizdeki kıllar da uzuyor ve bunları kısaltmak, tıraş etmekle emrolunuyoruz. Demek ki, sonradan kesilmesi istenen başka şeyler de vardır. Kaldı ki, sünnet yerinin kesilmesi bir defaya mahsus iken, bunları her uzadığında kesmek zorunda kalıyoruz. O halde bize düşen şey -hikmetini bilmezsek de- Allaha güvenmektir. Hikmetini bilmediğimiz binler şey vardır, bunu da onların listesine yazabiliriz.
Sünnet işleminde kesilecek et parçasının varlığı, insanın ahsen-i takvim denilen güzel yaratılışının bir parçası olduğu gibi, sünnet olmak suretiyle o et parçanın alınması da bu güzelliğin bir parçasıdır. Çünkü, insanın güzelliği sadece biyolojik, fizyolojik boyutuyla sınırlı olmayıp, ruhî, kalbî, nesebî, ahlakî değerler gibi psikolojik, sosyal, manevî boyutları da olan bir güzelliktir.
Bu pencereden baktığımızda, her şey, kendi konumunda, kendi ortamında, hikmetli bir değer ifade etmekle kendi güzelliğini ortaya koyar.
Mesela; sünnet işleminde kesilecek olan fazlalık et parçasının biyolojik, fizyolojik hikmetleri yanında meşru daire dışında kullanılmaması gereğine işaret eden tekvinî / ontolojik bir hikmeti de vardır ve bu manevî bir güzelliktir. Bu hikmet, anlaşıldıktan sonra, daha hijyenik bir konum vs. hikmetler için bunun kesilmesi de bir güzelliği ifade eder. Keza, insanların diğer hayvanlar gibi tabii bir postla yaratılmamış olması, ahsen-i takvim kıvamına uygun bir güzelliktir. Fakat, bu çıplak bedeni sunî post / yani elbiseyle örtünmesi de kendi konumunda ayrı bir güzelliktir. Saç, tırnak ve benzerleri için de aynı şey söylenebilir.
Allahın yaratması, sebepler altında cereyan eder. Bu husus, Hakîm isminin bir tecellisidir. insanın vücudu bu hikmet çerçevesinde yaratılırken, hem bedenin canlılık konumuna uygun, hem de belli bazı görevlerinden ötürü göbek kordonu gibi, hitan / sünnet yerindeki deri de bu ontolojik prensip doğrultusunda yerini almıştır. Bir yandan bedenin canlılık kanununa ayak uydurarak uzanan, diğer taraftan fıtratın bir gereği olarak var olan bu uzantıların kesilmesi, insanın -Allahın kendisine bir nimeti ve bir emaneti olan- kendi bedenin bakımını üstlenmesi açısından da önem arz etmektedir. Bu sebeple, tırnak, saç, bıyık kesmek, etek, koltuk tıraşı olmak da peygamberlerin bir sünneti olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat, hitan / sünnet olmak, zor bir iş olduğundan, ilahî hikmet tarafından tırnak gibi her zaman uzanmasına izin verilmemiştir.
Ayrıca, manevî bir perspektiften bakarak konuyu şöyle izah etmek de mümkündür. Yüce Allah, kadınlarda bekaret perdesini yaratarak, -manen- kadınlara gayri meşru bir ilişkinin fıtrata aykırı olduğunu, kaçak yollardan bu perdenin yırtılmasının büyük bir suç olduğunu ders verdiği gibi, erkek için söz konusu olan deri de, gayri meşru yollara baş vurulmaması için bir hatırlatma levhası, ontolojik bir uyarı simgesi olarak düşünülebilir. Gerek kadında gerek erkekte olsun, bu fıtrî perdenin sonradan ortadan kaldırılması, bu manayı unutturmaz, bilakis her zaman hatırlatmak sinyali gibi bir görev de yapabilir.
6)
kandan mı yaratılıyor insan?.. hayır, kanla ilişkisi yok. yaratılmanın, bebeğin oluşumunun kanla ilgisi var mı?.. yok
alâk ne demek?.. taallûk, alâka, ilişki demek, yapışmak demek. araplar sülüğe de alâk derler, yapıştığı için. şimdi embriyon diyorlar ya doktorlar, o rahmin duvarına yapışıyor ya, onun için alâk denmiş. alâk'tan yarattı dediği o...(Prof. Dr. Mahmud Es'ad Coşan )
_insanı yapışkan bir hücreden yaratan.
genel olarak müfessirler(tefsir yapanlar) alakanın çoğulu olarak alak kelimesine, kan pıhtısı görünümünde olan döllenmiş hücre anlamı verirler. fakat elmalılı m. h. yazır, bu maddî mânadan başka kelimenin bir de: ruhanî ve manevî olarak alâka gibi aşk ve sevgi mânası da olduğunu, dolayısıyla alaktan, rabbanî bir izafetten ibaret olan ruhî ilişiğe kadar, insanın yaratılışının başlangıçlarını kapsayan, hem de okunan metnin ruhî bir sevgi ve alaka ile takip edilmesine bir uyarı ihtiva eden bir mâna düşünmenin mümkün olduğunu yazar ki, güzel ve dikkate değer bir tefsirdir. (suat yıldırım meali) insanı (rahim cidarına) yapışan bir hücreden yaratan şeklinde bir meal de suat yıldırma atfediliyor, kitaplar elimizde olmadığından bilemiyoruz.
7-
6. Sakın!, çünkü insan muhakkak azar.
7. Kendisini ihtiyaçtan vareste gördü diye.
8. Şüphesiz dönüş ancak Rabbınadır.
9-10. Bir kulu, namaz kılarken men 'edeni gördün mü?
11. Gördün mü ya o, doğru yol üzerinde ise.
12. Yahut takvayı emrettiyse...
13. Sakın ey hatibim, ona boyun eğme, secde et ve yaklaş.
Ebu Hüreyre'den rivayette o şöyle anlatıyor: Ebu Cehl Hz. Peygamber (sa)'in secde etmesini kastederek: "Muhammed, sizin aranızdayken, sizlerin yanında da yüzünü yere koyuyor mu?" diye sordu. "Evet." dediler. "Lât ve Uzzâ'ya yemin ederim ki onu, bunu yaparken görürsem boynuna basacağım veya yüzünü toprağa bulayacağım." dedi. Bir gün Rasûlullah (sa) namaz kılar*ken geldi, boynuna basabileceğini sandı ama bir de baktık ki elleriyle yüzünü koruyarak geri geri çekiliyor. Ona : "Sana ne oldu?" diye sormuşlar, "Benimle arasında ateşten bir hendek, korku ve kanatlar oluşuverdi." demiş. Allah'ın Rasûlü (sa): "Eğer bana yaklaşsaydı melekler onu uzuv uzuv parçalıyacaklardı." buyurmuş. Ravi der ki: Bunun üzerine Allah Tealâ "Sakın, ey habibim ona bo*yun eğme, secde et ve yaklaş"a kadar olmak üzere "Sakın!, çünkü insan muhak*kak azar..." âyetlerini indirdi.[4]
Namazın Hz. Peygamber (sa)'e mi'râcda farz kılındığı göz önüne getirilirse ve mi'râc da bi'setin onikinci senesi (Hicretten bir sene kadar önce) meydana geldiğine göre bu âyet-i kerimenin ondan sonra ve en yakın zaman olarak bi'setin onikinci senesi nazil olduğunu söylemek gerekecektir. Yani buna göre Sûrenin başı ile sonunun indirilmesi arasında on iki senelik bir zaman geçmiştir.
_ O, insanı bir alak'tan yarattı.
dipnotta: döl yatağı duvarına yapışıp asılı duran, hücre,embriyo.(ali bulaç)
_ O insanı aşılanmış yumurtadan yarattı.
dipnotta: alak, insanın yaratılış safhalarından olan aşılanmış yumurtayı ifade eder.(diyanet vakfı meali-heyet)
_ O insanı bir alaktan yarattı. (elmalılı meali- sadeleştiren:lütfullah müftüoğlu)
_ O insanı alaktan/rahim duvarına yapışmış bir embriyodan yarattı. (elmalılı meali, hazırlayanlar: lütfullah cebeci, sadık kılıç)
_(1-2 ayetlerin meali beraber) yaratan, insanı pıhtılaşmış kandan yaratan Rabbinin adıyla oku.. (fazlur rahman/islam/tercümesi)
_O, insanı bir alak'tan yarattı.
kainatı genel olarak zikrettikten sonra insanın ne gibi hakir bir başlangıç ile yaratıldığı belirtilmiştir. "alak", "alaka"nın çoğuludur. manası, "pıhtılaşmış kan"dır. bu durum hamileliğin ilk birkaç günü içinde meydana gelir. daha sonra et şeklini alır. ve tedricen insan şekillenmeye başlar.(mevdudi-tefhimul kuran/tercümesi)
_ O, insanı bir kan pıhtısından yarattı.
sure sonra insanın yaratılmasını ve hayata başlamasını özel olarak ele almaktadır. "O, insanı bir kan pıhtısından yarattı". evet Allah insanı, bu donmuş ve rahime yapışan bir damlacık kandan yarattı. işte bu son derece sade ve küçük kaynaktan yaratılmıştır insanoğlu. bu bir damlacık kan pıhtısı da Yaratıcının gücünü göstermekle birlikte ondan da öte O'nun keremini, ihsanını gösterir. çünkü onun lütfu ile bu kan pıhtısı öğretilebilen ve buna dayalı olarak da, öğrenen insan seviyesine yükselmiştir. "Oku Rabbin en büyük kerem sahibidir. O insana kalemle yazmayı öğretti, insana bilmediğini öğretti."(seyyid kutub/fizilalil kuran/tercümesi)
_Yaratan Rabbinin adıyla oku. O insanı alaktan (kan pıhtısı biçimini alan embriyodan) yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir. O (insana) kalemle (yazmayı) öğretti. insana bilmediğini öğretti." (Alak: 1-5) muhammed gazali
_ O insanı bir kan pıhtısından yarattı.
alak , aleka'nın çoğulu olarak sayılmıştır. beydâvî demiş ki: "insan" kelimesi, çoğul mânâsında olduğu için çoğul yapılmıştır. "kamus" ve şerhlerinden anlaşıldığına göre aslında lügatta alek maddesi, yapışıp ilişmek mânâsına vaaz edilmiştir. ve mutlak şekilde ilişken ve yapışkan nesneye de denir. bundan her türlü kana ve kırmızı kana ve özellikle uyuşuk kana alek denilmiş. kandan bir kısım olması itibariyle veya doğrudan doğruya ilişiklik mânâsı ile rahimdeki tutuğa da aleka denilmiştir. yapışkanlığından dolayı sülük ve kuyu makarasına ve ipine ve makarasının iliştirilip ipi geçirilen takıntısına ve işlek yola da alek denilir . bütün bunlar maddî mânâdır. bunlardan başka alek, ruhanî ve manevî olarak "alaka" gibi aşk ve sevgi mânâsına geldiği de lügatta açıklanmıştır.
tefsir bilginleri, yaratılışın maddi yönünü göz önünde bulundurarak meni (sperma)nin aşılamasından sonra meydana gelen kan pıhtısının çoğulu olmasıyla yetinmişler ve bunu en alçaktan en yükseğe yükselmeyi göstermek için açıkça anlaşılan mânâ olarak görmüşlerdir. fakat manevî yönü de kapsamak üzere mutlak bir alaka, bir ilişik mânâsına müfred olarak düşünülmesine hem alekanın yaratılmasına da başlangıç olan ve Rabbanî bir izafetten ibaret bulunan ruhî ilişiğe kadar insanın bütün yaratılışın başlangıçlarını kapsayan, hem de okunanın ruhî bir sevgi ve alaka ile takip edilmesi hususuna da açık faydalı bir uyarım olacağından dolayı daha ince, daha derin, daha beliğ olur. bu şekilde meâle şöyle demeli: "O, insanı bir ilişikten yarattı. bununla beraber iki takdirde de kısaca mânâsı şudur: bir alakadan, yahut sırf bir ilişikten bir insan yaratan ve mutlak surette yaratmak kendinin şanı olan Rabb'in hiç okumamış olan kimseyi de böyle bir emir ile elbette okutur. onun için oku!(elmalılı hamdi yazır tefsiri)
_insanı bir yumurta hücresinden yaratan!
bu iki ayette geçen haleka fiilinin geçmiş zaman halinde kullanılması, ilahî yaratma fiilinin (halk) sürekli tekrarlanmakta olduğunu göstermek içindir. dikkati çeken bir husus da, bu ilk Kuran vahyinin, insanın bir yumurta hücresinden -yani, döllenmiş bir yumurtacıktan- embriyonik bir gelişme göstermesine işaret etmesi ve böylece insanın biyolojik kökeninin ilkelliği ve basitliği ile zihnî ve ruhî potansiyelinin zıtlığını vurgulamasıdır: hayatın yaratılışının gerisinde bulunan bilinçli bir planın ve amacın varlığına işaret eden bir zıtlık.(muhammed esed meali tercümesi)
_Oku yaratan Rabbinin adıyla. insanı alâktan (asılıp, tutulan embriyonik bir hücreden) yarattı. Oku, Rabbın sonsuz ikram sahibidir. O ki kalemle yazmayı öğretti. mustafa islamoğlu
_arapça kelime olan alekanın üç anlamı var: 1) sülük, 2) asılı duran, 3) kan pıhtısı. aleka evresinde asılı duran ile embriyoyu karşılaştırırsak, ikisi arasında şekil 1de görüldüğü gibi bir benzerlik görürüz.1 ayrıca, bu evrede embriyo, annenin kanından beslenir, tıpkı sülüğün başkalarının kanından beslenmesi gibi. 2alekanın ikinci anlamı, asılı duran şeydir. 2 ve 3 numaralı resimde gördüğümüz embroyunun anne rahminde asılı duruşu tamamen böyledir. alekanın üçüncü anlamı, kan pıhtısıdır. embryonun dış görünüşü ve onun kesesi bu evrede kan pıhtısına benzer. bunun sebebi, embryonun içinde yüksek miktarda kan bulunmasıdır.3 ayrıca bu evrede embroyadaki kan, üçüncü haftanın sonuna kadar dolaşıma başlamaz.4 Zaten embroyunun kan pıhtısına benzemesinin asıl sebeplerinden biri budur.
7)
6. Sakın!, çünkü insan muhakkak azar.
7. Kendisini ihtiyaçtan vareste gördü diye.
8. Şüphesiz dönüş ancak Rabbınadır.
9-10. Bir kulu, namaz kılarken men 'edeni gördün mü?
11. Gördün mü ya o, doğru yol üzerinde ise.
12. Yahut takvayı emrettiyse...
13. Sakın ey hatibim, ona boyun eğme, secde et ve yaklaş.
Ebu Hüreyre'den rivayette o şöyle anlatıyor: Ebu Cehl Hz. Peygamber (sa)'in secde etmesini kastederek: "Muhammed, sizin aranızdayken, sizlerin yanında da yüzünü yere koyuyor mu?" diye sordu. "Evet." dediler. "Lât ve Uzzâ'ya yemin ederim ki onu, bunu yaparken görürsem boynuna basacağım veya yüzünü toprağa bulayacağım." dedi. Bir gün Rasûlullah (sa) namaz kılar*ken geldi, boynuna basabileceğini sandı ama bir de baktık ki elleriyle yüzünü koruyarak geri geri çekiliyor. Ona : "Sana ne oldu?" diye sormuşlar, "Benimle arasında ateşten bir hendek, korku ve kanatlar oluşuverdi." demiş. Allah'ın Rasûlü (sa): "Eğer bana yaklaşsaydı melekler onu uzuv uzuv parçalıyacaklardı." buyurmuş. Ravi der ki: Bunun üzerine Allah Tealâ "Sakın, ey habibim ona bo*yun eğme, secde et ve yaklaş"a kadar olmak üzere "Sakın!, çünkü insan muhak*kak azar..." âyetlerini indirdi.
Namazın Hz. Peygamber (sa)'e mi'râcda farz kılındığı göz önüne getirilirse ve mi'râc da bi'setin onikinci senesi (Hicretten bir sene kadar önce) meydana geldiğine göre bu âyet-i kerimenin ondan sonra ve en yakın zaman olarak bi'setin onikinci senesi nazil olduğunu söylemek gerekecektir. Yani buna göre Sûrenin başı ile sonunun indirilmesi arasında on iki senelik bir zaman geçmiştir.
11
Allah dilediğini hidayete ulaştırır dilediğini ise saptırabilir. Her şey onun kudret eli altındadır. Fakat her şeyi yapabilecek güce sahip olması, her şeyi yaptığı anlamına gelmez.
Biz hiç bir elçiyi, kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki, onlara apaçık anlatsın. Böylece Allah, dilediğini şaşırtıp saptırır, dilediğini hidayete erdirir. O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (14 ibrahim Suresi - 4)
ibrahim suresindeki bu ayette Allah, açıkça, dilediğini saptırıp dilediğini de doğru yola iletebileceğini söylemektedir. Bunu yapabilme gücüne sahiptir. Bu güce sahip olması, her zaman bunu kullandığı anlamına gelmez. Aynı zamanda Allah kimseye haksızlık da yapmaz. Onun sıfatlarından birisi de adil olmasıdır. Kulları arasında adaletle hükmeder. Allahın insanları saptırmasıyla ilgili ayetlere bakılırsa, bu insanların sapmayı istedikleri ve inkarda oldukları görülecektir. Allah sapmayı isteyene bu yönde sapkınlığını arttırmaktadır. Yoksa inanmak isteyen, samimi bir şekilde kendini Allaha açan bir insanın saptırılması söz konusu değildir.
De ki: Sizin şirk koştuklarınızdan hakka ulaştırabilecek var mı? De ki: Hakka ulaştıracak Allahtır. Öyleyse, hakka ulaştıran mı uyulmaya daha hak sahibidir, yoksa doğru yola ulaştırılmadıkça kendisi hidayete ulaşmayan mı? Ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz? (10 Yunus Suresi - 35)
Bu ayette görüleceği gibi burada şirk koşanlardan söz edilmektedir. Bunlar şirk içindedirler. Allah böyle sapmak isteyenin de sapkınlığını arttırır. Onlara hidayet vermez. Bu konuyla ilgili ayetlerin tümüne bakıldığında bu mantık görülecektir. Allah sapmak isteyenin sapkınlığını arttırır, iman etmek isteyenin ise hidayetini arttırır. Örneğin bir kişi kalben bir samimiyetle Allaha yönelmek isterse, Allah onun bu isteğine karşılık verir. Onun kalbini islama açar. Bu açıdan kalpler Allahın elindedir. Bir kişi kendisi istese de bunu yapamaz, ama hidayet veren (hadi) olan Allah bunu yapar. Aynı şekilde birisi sapmak istediğinde onun sapmasını yine Allah sağlar. Bunun adalet içinde olduğunun düşünülmesi çok önemlidir. Allah, insanlar arasında adaletle hükmeder. istese herkesi iman eden yada inkar eden yapabilir. Bu güç onun elindedir. Bu güce sahip olması adaletle hükmetmeyeceği anlamına gelmez. Aslında materyalist değerlerle düşünüldüğünde insanların seçme gibi bir şansı yoktur. Her şey maddeden ibaret görüldüğünde, bu maddenin fonksiyonları da bellidir. insanı da sadece maddeden ibaret düşündüğümüzde, olaylar karşısında vereceği tepkiler belirli olacaktır. Çünkü sahip olduğu organlar ve onların salgıları dışında hiçbir şekilde hareket edemez. Bu da insanın hiçbir şekilde bir seçme şansının olmadığını iddia etmek olur. Evren sadece maddeden ibaret değildir. Bu evreni yaratan yüce Allah, insana seçme hakkı vermiştir. Bu seçimine göre Allah insanı saptırır yada hidayete erdirir. Cüzi irade ve Küllî irade konusunda yapılan hata ikisinin de nitelik olarak benzer kavramlar olarak düşünülerek kıyaslanmaya kalkılmasıdır. Allah zaman dışında ve zamana hakim olan bir varlıktır. Onun için zamanın geçmesi ya da zamanı yaşamak diye bir durum söz konusu değildir. insan ise zamanlı bir varlıktır. O yüzden zaman için de insanın sahip olduğu cüzi irade ile, zamansızlık da Allahın sahip olduğu külli iradenin karşılaştırılması mantık olarak yanlıştır. Mutlak irade sahibi olan Allah, insanlara seçme hakkı vermiştir. insanların sahip olduğu bu hak, onun iradesiyledir.
12
islâm'a inanmayan bazı kimseler -Kur'an Allah'ın sözleri olduğuna göre- "Fâtiha sûresinde Allah kime dua ediyor?" veya "kendisine dua ediyor" gibi ifadeler kullanıyorlar. Bu ifadelere bazı yerlerde "Fâtiha her namazda okuduğumuz bir sûredir", "Allah bize bu şekilde dua etmemizi emretmiştir" şeklinde cevap verildiğinde bazıları "o zaman neden Fâtiha'da 'de ki' yok?" diyerek bu cevaba itiraz ediyorlar. Aslında Fâtiha'daki "Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz" ifadesinin Müslümanlar tarafından Allahü Teâlâ'ya söyleneceği başında "de ki" / "deyin ki" olmasa da açıktır. Diğer yandan Tevbe sûresi hariç sûrelerin başında besmele bulunuyor.¹ Yani bir sûreyi okumadan önce besmeleyi okuyoruz ve "Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle" diyoruz. (Besmelenin başında da "de ki" / "deyin ki" yok.) Fâtiha'nın kelime anlamı "açış, giriş, başlangıç" demektir. Kur'an'ı bütünüyle okumaya başlayan birisi ilk önce Fâtiha Sûresini okuyor ve şöyle diyerek Kur'an okumaya başlamış oluyor: Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle. Hamd âlemlerin Rabbi, Rahman ve Rahîm, dîn gününün mâliki Allah'a mahsustur. Görüldüğü gibi Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla başlayan da, Allah'a hamd eden de biz oluyoruz. Arkasından "Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz. Bizi doğru, yola kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil" diyerek dua eden de biziz. Fâtiha'da "de ki" / "deyin ki" bulunmamakla birlikte kimin Allah'a hamd ve dua etmek için bu sözleri söyleyeceği gayet açıktır (Fâtiha Allah'ın sözleridir fakat Fâtiha ile Allah'a hamd ve dua edecek olan biziz), fiilen de böyle olmaktadır.
13
Bir insanın Cennete mi Cehenneme mi gideceğini Allah bilmez mi? Bilmeyen ilah olur mu hiç? Kader, Allahü teâlânın, olacak şeyleri ezelde bilmesidir. Kaza, kaderde bulunan şeyleri, zamanı gelince yaratmasıdır. Yani kader, maaş bordrosu gibidir. Kaza ise, bu maaşın dağıtılmasıdır. Allahü teâlâ, herkesin ne yapacağını, nerede nasıl öleceğini bilir. Buna şans, kader, kısmet, baht, nasip, talih, yazgı, alınyazısı deniyor. işte üç âyet-i kerime:
(Allah, onların işlediklerini ve işleyeceklerini bilir.) [Bekara 255]
(Allah her şeyi bilir.) [Hucurat 16]
(Yeryüzünde hiçbir olay ve başınıza gelen hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta [levh-i mahfuzda] yazmış olmayalım. Elbette bu, Allaha göre kolaydır.) [Hadid 22]
Bu âyetleri açıklayan üç örnek verelim:
1-Bir film defalarca gösterilse, bunu önceden seyretmiş birisi, ikinci, üçüncü defa seyrederken, (Başroldeki oyuncu, attan düşüp ölecek) dese, o dediği için mi filmdeki oyuncu ölüyor, yoksa, söyleyen daha önce seyrettiği için mi biliyor? Allahü teâlâ da ezeli ilmi ile kimin nerede nasıl öleceğini ve Cennete mi Cehenneme mi gideceğini elbette bilir.
2-Takvimlere, bir yıl içinde güneşin ne zaman doğup, ne zaman batacağı, hesaplanarak yazılıyor. Güneş, takvimde bildirilen saatlerde doğup batar. Güneş, takvime öyle yazıldı diye bilinen saatlerde doğup batmaz. Takvime yazılması, güneşin doğmasını ve batmasını etkilemez. Allahü teâlâ da insanların başlarına ne geleceğini bildiği için, bunları levh-i mahfuza yazmıştır.
3-Bir öğretmen, tecrübelerine dayanıp, tembel bir öğrencisi için, (Bu öğrenci bu sınavı kazanamaz) diye bir deftere yazsa, bu yazı, o öğrencinin sınavını etkilemez. Öğrenci sınavı kazanamazsa, (Sen deftere yazdığın için ben kazanamadım) diye suçu öğretmene yüklemesi insafsızlık olmaz mı? Allahü teâlâ da, bir kâfirin, Cehennemlik olduğunu bilmez mi hiç? Nitekim Allahü teâlâ Ebu Lehebin kâfir olarak ölüp Cehenneme gideceğini bildiği için, (Ebu Leheb alevli ateşte yanacak) buyurdu. (Tebbet 3)
Allahü teâlâ Ebu Lehebin akıbetini Kuran-ı kerimle bildirdi. Diğer insanlarınkini ise Levh-i mahfuza yazdı. insanların başlarına gelecek bütün işlerin levh-i mahfuzda yazılı olması onları o işleri yapmaya mecbur kılmaz. Kader, Allahü teâlânın ezeli ilmi ile kullarının başına gelecek işleri bilmesi demektir. Yoksa başına gelecek şeyleri onlara zorla yaptırması demek değildir.