çok iyi bir uzakdoğu savaşçısıydı, öyleki artık kimse onu yenemiyordu. ünü neredeyse tüm dünyaya yayılmış, herkesin takdirini alıyordu. katıldığı bütün müsabakalardan zaferle ayrılıyor ve her bir zaferin nişanını muhakkak üniforması üzerinde taşıyordu. ve bir gün yine bir müsabakada yarışırken kendini çok ama çok ağır hissetmeye başladı. halbuki karşısındaki rahatlıkla yenebileceği, genç, kendisi kadar fazla tecrübesi olmayan biri idi ama neredeyse ona yenilmek üzereydi. üzerinde hissettiği ağırlık onu gitgide daha da yavaşlatmış adeta hareket edemez hale gelmişti. ve bir süre sonra rakibin tek hamlesi ile kendini yerde buldu, kalkmaya çalıştı ama beceremedi ve işte o an sorunun ne olduğunu anladı. forması üzerinde taşıdığı yüzlerce nişanın ağırlığı onu adeta yenilme noktasına getirmişti. mola hakkını istedi ve yavaşça doğrulup yerine gidip, oturdu. derin bir nefes aldı ve daha önce hiç yapmadığı bir şeyi yapmaya başladı; ona yenilmez ünvanını kazandıran, yıllardır gururla giydiği, üzeri nişanlarla dolu üniformasını çıkardı ve sade bir üniforma giyip, dudaklarından şu sözler dökülerek mücadelesine geri döndü. "kazandığım zaferler bana güven, şan verebilir ama asla yük vermemelidir. kazandığım gibi, bırakacağım zamanı da bilmem gerekir..."
ne kadar çok nişanlar taşıyoruz üstümüzde, ne kadar çok ağırlıklar, hiç düşündünüz mü? en ağır olanları da ego nun övünerek yakamıza taktığı nişanlar! hani şu konuşmaya başlarken "ben" diye başladığımız ayaklarımızı yerden kesen hikayeler... peki hiç düşündünüz mü; bizi kahraman yapan o hikayelerin gerçekten sadece tek kahramanı biz miyiz? o nişanı hak eden, hikayenin içinde varolan başkaları, başka olaylar yok mu hiç?