Varlıklarını sürdürebilmek için zorunlu olan metalara bağlı olan görece
kalabalık yerleşimli toplumlarda, aşırı bir işgücü bölünmesi ve çok
merkezileşmiş bir üretim aygıtı kesinlikle gereklidir. Geriye baktığımızda,
şimdi sadece bir masal gibi görünen, bireylerin ya da görece küçük grupların
kendi kendilerine yettikleri o dönemler, bir daha geri gelmemek üzere
kapandı. insanlığın, gezegen çapında bir üretim ve tüketim toplumu haline
geldiğini söylemek abartı olmayacaktır. Bu noktada, zamanımızın krizinin
özünü neyin oluşturduğunu kısaca dile getirmek istiyorum. Bu öz, bireyin
toplumla ilişkisine dair. Birey, topluma olan bağımlılığının her zamankinden
daha çok bilincine varmıştır. Fakat o, bu bağımlılığı olumlu bir özellik,
organik bir bağ, koruyucu bir güç olarak değil; aksine, doğal haklarına ve
hatta ekonomik varlığına yönelik bir tehdit olarak görüyor. Üstelik,
toplumda öyle bir konumda ki, maskeler takmasına yol açan egoist dürtüleri
sürekli tetikleniyor; yaradılış olarak daha zayıf olan toplumsal güdüleri
ise sürekli kötüye doğru gitmekte. Toplumdaki konumu her ne olursa olsun tüm
insanlar, bu süreç nedeniyle acı çekiyorlar. Kendi bencilliklerinin
mahkûmları olduklarından habersiz, kendilerini güvencesiz, yalnız ve yaşamın
o saf, basit ve yalın güzellikleri ellerinden alınmış hissediyorlar.
insanın, o kısa ve tehlikelerle dolu yaşamını anlamlandırmasının tek yolu,
kendini topluma adamasıdır.
Bence kötülüğün gerçek kaynağı, kapitalist toplumdaki mevcut ekonomik
anarşi. Önümüzde koca bir üreticiler topluluğu görüyoruz; bu topluluğun
üyeleri ise, durmaksızın birbirlerini, kolektif emeklerinin sonuçlarından
mahrum bırakmak için çabalıyorlar. Bunu zor kullanarak değil, yasalaşmış
kurallara körü körüne inanarak gerçekleştirmekteler. Bu bağlamda, üretim
araçları -yani, tüketim metaları ve ek sermaye metaları üretmek için gereken
üretim kapasitesinin bütünü- yasal olarak bireylerin özel mülkiyeti
olabilmekteler ve öyleler.
Daha kolay anlaşılsın diye, aşağıdaki tartışmada -kelimenin alışılagelmiş
günlük kullanımına tam olarak denk düşmemesine rağmen- üretim araçlarının
sahibi olmayanların tümünü “işçiler” olarak adlandıracağım. Üretim
araçlarının sahibi, işçinin işgücünü satın alır konumdadır. işçi ise, üretim
araçlarını kullanarak, kapitalistin mülkiyeti haline gelen yeni metalar
üretir. Bu süreçteki temel nokta, işçinin ürettiği ile karşılık olarak
aldığı arasındaki ilişkidir; bunların her ikisi de gerçek değer ölçüleriyle
belirlenir. iş akdi ne kadar “serbest” olursa olsun, işçinin aldığı ücret,
ürettiği metaların gerçek değeri tarafından değil; işçinin asgari
ihtiyaçları ile kapitalistlerin, iş bulmak için birbiriyle yarışan işçilerin
sayısına bağlı olarak, işgücüne duyduğu gereksinim tarafından belirlenir.
işçinin ücreti, teoride bile, ürettiğinin değeri tarafından belirlenmez.
Özel sermaye, kısmen kapitalistler arasındaki rekabet, kısmen de teknolojik
gelişme ve emeğin giderek gelişen işbölümünün, küçük olanlar aleyhine daha
büyük üretim birimlerinin oluşumunu teşvik etmesi nedeniyle, az sayıda elde
yoğunlaşma eğilimindedir. Bu gelişmelerin sonucu ise bir özel sermaye
oligarşisidir; bu sermayenin olağanüstü gücü, demokratik yoldan örgütlenmiş
siyasi bir toplumda bile denetim altında tutulamaz. Yasama organı üyeleri
siyasi partiler tarafından seçilmektedir; bu partiler ise büyük oranda özel
kapitalistler tarafından finanse edilmekte ya da onlardan etkilenmektedir.
Yani özel kapitalistler, seçmenler ile seçilenleri birbirinden ayırır.
Sonuçta halkın temsilcileri, nüfusun olanakları kısıtlı bölümünün
çıkarlarını yeterince korumazlar. Ayrıca, özel kapitalistler, mevcut
koşullar altında, temel enformasyon kaynaklarını doğrudan ya da dolaylı
olarak kontrol ederler: Basın, radyo, eğitim. Bu nedenle, birey-vatandaş
için nesnel sonuçlara ulaşmak ve siyasi haklarını zekice kullanmak son
derece zor, hatta genellikle neredeyse olanaksızdır.
Demek ki, sermayenin özel mülkiyetine dayanan bir ekonominin baskın niteliği
iki ana ilke tarafından belirlenir: Birincisi; üretim araçları (sermaye)
özel mülk sahiplerinin elindedir ve sahipleri bunları istedikleri gibi
kullanırlar. ikincisi, iş akdi serbesttir. Elbette, bu bağlamda, saf bir
kapitalist toplum yoktur. Altını çizmek gerekir ki, işçiler, uzun ve
şiddetli bir siyasi mücadele sonucunda, belli işçi kategorileri için daha
gelişmiş bir “serbest iş akdi” elde etmeyi başarmıştır. Fakat bir bütün
olarak ele alındığında, günümüz ekonomisi “saf” kapitalizmden pek de farklı
değildir. Üretim fayda için değil, kâr için sürdürülür. Çalışabilecek
durumda olan ve bunu isteyen herkesin her zaman iş bulabilmesi mümkün
değildir; hemen her zaman bir “işsizler ordusu” vardır. işçi devamlı işini
kaybetme korkusu içindedir. işsiz ve düşük ücretli işçiler kârlı bir piyasa
oluşturmadıkları için, tüketim mallarının üretimi düşer ve sonuçta büyük bir
sıkıntı doğar. Teknolojik ilerleme, genellikle, herkesin çalışma yükünü
hafifletmeden çok, daha fazla işsizlikle sonuçlanır. Kapitalistler
arasındaki rekabetle bağlantılı olarak, kâr dürtüsü, sermaye birikimi ve
kullanımında dengesizliğe yol açar ki, giderek daha da şiddetlenen
bunalımların nedeni budur. Sınırsız rekabet, büyük ölçüde emek israfına ve
daha önce belirttiğim gibi, bireylerde toplumsal bilinç tahribine neden
olur.
Ben, bireylerdeki bu tahribatı kapitalizmin en korkunç kötülüğü olarak
görüyorum. Tüm eğitim sistemimiz bu kötülükten zarar görüyor. Aşırı
abartılmış bir rekabetçi tutum aşılanan öğrenci, gelecekteki meslek yaşamına
hazırlık olarak, açgözlüce başarıya tapacak bir biçimde eğitiliyor. Bu büyük
kötülükleri saf dışı edecek sadece tek bir yol olduğuna inanıyorum. Bu yol,
toplumsal hedeflere yöneltilmiş bir eğitim sisteminin eşlik edeceği
sosyalist bir ekonominin kurulmasıdır. Böyle bir ekonomide, üretim araçları
topluma aittir ve planlı bir tarzda kullanılır. Üretimi toplumun
ihtiyaçlarına göre düzenleyen planlı bir ekonomi, yapılacak işi, bunu
yapabilecek herkesin arasında eşit olarak dağıtacak ve her erkek, kadın ve
çocuğun geçinmesini garanti edecektir. Bireyin eğitimi ise, günümüz
toplumundaki gibi güç ve başarının yüceltilmesi yerine, onun doğuştan
yeteneklerini geliştirmesine yardımcı olmanın yanı sıra, onu diğer insanlara
karşı sorumluluk duygusu içinde yetiştirmeye çalışacaktır.
Bununla birlikte, planlı bir ekonominin henüz sosyalizm olmadığının
hatırlanması gerekir. Planlı bir ekonomiye, bireyin tümüyle köleleştirilmesi
de eşlik edebilir. Sosyalizmin kuruluşu, son derece zor bazı sosyo-ekonomik
sorunların çözümünü gerektiriyor: Siyasi ve ekonomik gücün tam olarak
merkezileştiği bir durumda, bürokrasinin tüm gücü elinde toplamasına ve
kendini beğenmiş bir hale gelmesine nasıl engel olunur? Bireyin hakları
nasıl korunur ve böylece, bürokrasinin gücüne karşı, demokratik bir denge
nasıl sağlanır? içinde bulunduğumuz bu geçiş çağında, sosyalizmin amaç ve
sorunları hakkında net tutum almak son derece önem taşımaktadır. Mevcut
şartlar altında, bu sorunların özgürce ve engellenmeden tartışılması tabu
haline geldiğinden, Monthly Review dergisinin yayına başlamasının önemli bir
kamu hizmeti olacağı kanısındayım.
Büyük fizikçi Albert Einstein’ın bu yazısı, ABD’de yayınlanan Monthly Review
adlı aylık derginin Mayıs 1998 tarihli 50. cilt, 1. sayısından alındı. Yazı,
ilk olarak aynı derginin ilk sayısında ilkyazı olarak, 1949’da
yayınlanmıştı.