sosyalizm

entry685 galeri video1 ses1
    46.
  1. Varlıklarını sürdürebilmek için zorunlu olan metalara bağlı olan görece
    kalabalık yerleşimli toplumlarda, aşırı bir işgücü bölünmesi ve çok
    merkezileşmiş bir üretim aygıtı kesinlikle gereklidir. Geriye baktığımızda,
    şimdi sadece bir masal gibi görünen, bireylerin ya da görece küçük grupların
    kendi kendilerine yettikleri o dönemler, bir daha geri gelmemek üzere
    kapandı. insanlığın, gezegen çapında bir üretim ve tüketim toplumu haline
    geldiğini söylemek abartı olmayacaktır. Bu noktada, zamanımızın krizinin
    özünü neyin oluşturduğunu kısaca dile getirmek istiyorum. Bu öz, bireyin
    toplumla ilişkisine dair. Birey, topluma olan bağımlılığının her zamankinden
    daha çok bilincine varmıştır. Fakat o, bu bağımlılığı olumlu bir özellik,
    organik bir bağ, koruyucu bir güç olarak değil; aksine, doğal haklarına ve
    hatta ekonomik varlığına yönelik bir tehdit olarak görüyor. Üstelik,
    toplumda öyle bir konumda ki, maskeler takmasına yol açan egoist dürtüleri
    sürekli tetikleniyor; yaradılış olarak daha zayıf olan toplumsal güdüleri
    ise sürekli kötüye doğru gitmekte. Toplumdaki konumu her ne olursa olsun tüm
    insanlar, bu süreç nedeniyle acı çekiyorlar. Kendi bencilliklerinin
    mahkûmları olduklarından habersiz, kendilerini güvencesiz, yalnız ve yaşamın
    o saf, basit ve yalın güzellikleri ellerinden alınmış hissediyorlar.
    insanın, o kısa ve tehlikelerle dolu yaşamını anlamlandırmasının tek yolu,
    kendini topluma adamasıdır.
    Bence kötülüğün gerçek kaynağı, kapitalist toplumdaki mevcut ekonomik
    anarşi. Önümüzde koca bir üreticiler topluluğu görüyoruz; bu topluluğun
    üyeleri ise, durmaksızın birbirlerini, kolektif emeklerinin sonuçlarından
    mahrum bırakmak için çabalıyorlar. Bunu zor kullanarak değil, yasalaşmış
    kurallara körü körüne inanarak gerçekleştirmekteler. Bu bağlamda, üretim
    araçları -yani, tüketim metaları ve ek sermaye metaları üretmek için gereken
    üretim kapasitesinin bütünü- yasal olarak bireylerin özel mülkiyeti
    olabilmekteler ve öyleler.
    Daha kolay anlaşılsın diye, aşağıdaki tartışmada -kelimenin alışılagelmiş
    günlük kullanımına tam olarak denk düşmemesine rağmen- üretim araçlarının
    sahibi olmayanların tümünü “işçiler” olarak adlandıracağım. Üretim
    araçlarının sahibi, işçinin işgücünü satın alır konumdadır. işçi ise, üretim
    araçlarını kullanarak, kapitalistin mülkiyeti haline gelen yeni metalar
    üretir. Bu süreçteki temel nokta, işçinin ürettiği ile karşılık olarak
    aldığı arasındaki ilişkidir; bunların her ikisi de gerçek değer ölçüleriyle
    belirlenir. iş akdi ne kadar “serbest” olursa olsun, işçinin aldığı ücret,
    ürettiği metaların gerçek değeri tarafından değil; işçinin asgari
    ihtiyaçları ile kapitalistlerin, iş bulmak için birbiriyle yarışan işçilerin
    sayısına bağlı olarak, işgücüne duyduğu gereksinim tarafından belirlenir.
    işçinin ücreti, teoride bile, ürettiğinin değeri tarafından belirlenmez.
    Özel sermaye, kısmen kapitalistler arasındaki rekabet, kısmen de teknolojik
    gelişme ve emeğin giderek gelişen işbölümünün, küçük olanlar aleyhine daha
    büyük üretim birimlerinin oluşumunu teşvik etmesi nedeniyle, az sayıda elde
    yoğunlaşma eğilimindedir. Bu gelişmelerin sonucu ise bir özel sermaye
    oligarşisidir; bu sermayenin olağanüstü gücü, demokratik yoldan örgütlenmiş
    siyasi bir toplumda bile denetim altında tutulamaz. Yasama organı üyeleri
    siyasi partiler tarafından seçilmektedir; bu partiler ise büyük oranda özel
    kapitalistler tarafından finanse edilmekte ya da onlardan etkilenmektedir.
    Yani özel kapitalistler, seçmenler ile seçilenleri birbirinden ayırır.
    Sonuçta halkın temsilcileri, nüfusun olanakları kısıtlı bölümünün
    çıkarlarını yeterince korumazlar. Ayrıca, özel kapitalistler, mevcut
    koşullar altında, temel enformasyon kaynaklarını doğrudan ya da dolaylı
    olarak kontrol ederler: Basın, radyo, eğitim. Bu nedenle, birey-vatandaş
    için nesnel sonuçlara ulaşmak ve siyasi haklarını zekice kullanmak son
    derece zor, hatta genellikle neredeyse olanaksızdır.
    Demek ki, sermayenin özel mülkiyetine dayanan bir ekonominin baskın niteliği
    iki ana ilke tarafından belirlenir: Birincisi; üretim araçları (sermaye)
    özel mülk sahiplerinin elindedir ve sahipleri bunları istedikleri gibi
    kullanırlar. ikincisi, iş akdi serbesttir. Elbette, bu bağlamda, saf bir
    kapitalist toplum yoktur. Altını çizmek gerekir ki, işçiler, uzun ve
    şiddetli bir siyasi mücadele sonucunda, belli işçi kategorileri için daha
    gelişmiş bir “serbest iş akdi” elde etmeyi başarmıştır. Fakat bir bütün
    olarak ele alındığında, günümüz ekonomisi “saf” kapitalizmden pek de farklı
    değildir. Üretim fayda için değil, kâr için sürdürülür. Çalışabilecek
    durumda olan ve bunu isteyen herkesin her zaman iş bulabilmesi mümkün
    değildir; hemen her zaman bir “işsizler ordusu” vardır. işçi devamlı işini
    kaybetme korkusu içindedir. işsiz ve düşük ücretli işçiler kârlı bir piyasa
    oluşturmadıkları için, tüketim mallarının üretimi düşer ve sonuçta büyük bir
    sıkıntı doğar. Teknolojik ilerleme, genellikle, herkesin çalışma yükünü
    hafifletmeden çok, daha fazla işsizlikle sonuçlanır. Kapitalistler
    arasındaki rekabetle bağlantılı olarak, kâr dürtüsü, sermaye birikimi ve
    kullanımında dengesizliğe yol açar ki, giderek daha da şiddetlenen
    bunalımların nedeni budur. Sınırsız rekabet, büyük ölçüde emek israfına ve
    daha önce belirttiğim gibi, bireylerde toplumsal bilinç tahribine neden
    olur.
    Ben, bireylerdeki bu tahribatı kapitalizmin en korkunç kötülüğü olarak
    görüyorum. Tüm eğitim sistemimiz bu kötülükten zarar görüyor. Aşırı
    abartılmış bir rekabetçi tutum aşılanan öğrenci, gelecekteki meslek yaşamına
    hazırlık olarak, açgözlüce başarıya tapacak bir biçimde eğitiliyor. Bu büyük
    kötülükleri saf dışı edecek sadece tek bir yol olduğuna inanıyorum. Bu yol,
    toplumsal hedeflere yöneltilmiş bir eğitim sisteminin eşlik edeceği
    sosyalist bir ekonominin kurulmasıdır. Böyle bir ekonomide, üretim araçları
    topluma aittir ve planlı bir tarzda kullanılır. Üretimi toplumun
    ihtiyaçlarına göre düzenleyen planlı bir ekonomi, yapılacak işi, bunu
    yapabilecek herkesin arasında eşit olarak dağıtacak ve her erkek, kadın ve
    çocuğun geçinmesini garanti edecektir. Bireyin eğitimi ise, günümüz
    toplumundaki gibi güç ve başarının yüceltilmesi yerine, onun doğuştan
    yeteneklerini geliştirmesine yardımcı olmanın yanı sıra, onu diğer insanlara
    karşı sorumluluk duygusu içinde yetiştirmeye çalışacaktır.
    Bununla birlikte, planlı bir ekonominin henüz sosyalizm olmadığının
    hatırlanması gerekir. Planlı bir ekonomiye, bireyin tümüyle köleleştirilmesi
    de eşlik edebilir. Sosyalizmin kuruluşu, son derece zor bazı sosyo-ekonomik
    sorunların çözümünü gerektiriyor: Siyasi ve ekonomik gücün tam olarak
    merkezileştiği bir durumda, bürokrasinin tüm gücü elinde toplamasına ve
    kendini beğenmiş bir hale gelmesine nasıl engel olunur? Bireyin hakları
    nasıl korunur ve böylece, bürokrasinin gücüne karşı, demokratik bir denge
    nasıl sağlanır? içinde bulunduğumuz bu geçiş çağında, sosyalizmin amaç ve
    sorunları hakkında net tutum almak son derece önem taşımaktadır. Mevcut
    şartlar altında, bu sorunların özgürce ve engellenmeden tartışılması tabu
    haline geldiğinden, Monthly Review dergisinin yayına başlamasının önemli bir
    kamu hizmeti olacağı kanısındayım.

    Büyük fizikçi Albert Einstein’ın bu yazısı, ABD’de yayınlanan Monthly Review
    adlı aylık derginin Mayıs 1998 tarihli 50. cilt, 1. sayısından alındı. Yazı,
    ilk olarak aynı derginin ilk sayısında ilkyazı olarak, 1949’da
    yayınlanmıştı.
    0 ...
  1. henüz yorum girilmemiş
© 2025 uludağ sözlük