sosyalizm

entry686 galeri video1 ses1
    45.
  1. Niçin Sosyalizm? Albert Einstein

    Çev. Kenan Ateş

    Birey, toplumda öyle bir konumda ki, maskeler takmasına yol açan egoist
    dürtüleri sürekli tetikleniyor; yaradılış olarak daha zayıf olan toplumsal
    güdüleri ise sürekli kötüye doğru gitmekte. Toplumdaki konumu her ne olursa
    olsun tüm insanlar, bu süreç nedeniyle acı çekiyorlar. Kendi
    bencilliklerinin mahkûmları olduklarından habersiz, kendilerini güvencesiz,
    yalnız ve yaşamın o saf, basit ve yalın güzellikleri ellerinden alınmış
    hissediyorlar. Ben, bireylerdeki bu tahribatı kapitalizmin en korkunç
    kötülüğü olarak görüyorum. Bu büyük kötülükleri saf dışı edecek sadece tek
    bir yol olduğuna inanıyorum. Bu yol, toplumsal hedeflere yöneltilmiş bir
    eğitim sisteminin eşlik edeceği sosyalist bir ekonominin kurulmasıdır.
    Ekonomik ve sosyal konularda uzman olmayan birinin sosyalizm hakkında görüş
    belirtmesi uygun olur mu? Birçok nedenden ötürü ben, uygun olduğuna
    inanıyorum. Sorunu ilk önce bilimsel bilginin bakış açısından ele alalım.
    Astronomi ile ekonomi arasında hiçbir temel metodolojik farklılık yokmuş
    gibi görünebilir: Her iki alanda da bilim adamları, belli görüngüler
    arasındaki bağlantıyı mümkün olduğunca anlaşılır kılmak için, sınırlı belli
    bir görüngü grubu için genel kabul görecek yasaları keşfetmeye çalışırlar.
    Oysa aslında böyle metodolojik farklılıklar bulunmaktadır. Ekonomi alanında
    genel yasalar bulunması, gözlenen ekonomik görüngünün, yalıtık olarak
    değerlendirilmeleri çok zor olan birçok faktör tarafından etkileniyor olması
    nedeniyle güçleşir. Ayrıca, insanlık tarihinin sözde çağdaş dönemi olarak
    adlandırılan dönemin başlangıcından bu yana birikmiş deney, çok iyi
    bilindiği gibi, nitelik olarak ekonomiyle özel bir ilişkisi olmayan
    nedenlerden etkilenmiş ve o nedenlerle sınırlanmıştır. Örneğin, tarihteki
    büyük devletlerin çoğunluğu varlıklarını fetihlere borçluydular. Fatih
    halklar, kendilerini yasal ve ekonomik olarak, fethedilmiş ülkenin imtiyazlı
    sınıfı durumuna getirdiler. Toprak sahipliği tekelini aldılar ve yine kendi
    saflarından bir rahiplik kurumu oluşturdular. Rahipler, eğitimi kontrol
    edip, sınıf ayrımını kurumsallaştırdı ve sosyal davranışlarına yön
    verdikleri geniş ölçüde bilinçsiz halkı güdecek bir değerler sistemi
    yarattılar.
    Ama denilebilir ki, tarihsel gelenek daha dün başlamıştır; Thorstein
    Vebren’in insan gelişiminin “yırtıcı dönemi” olarak adlandırdığı şeyin
    üstesinden hiçbir yerde gelebilmiş değiliz. Gözlemlenebilir ekonomik olgular
    bu aşamaya aittirler ve onlardan çıkardığımız yasalar da diğer aşamalar için
    uygulanabilir değildir. Sosyalizmin asıl amacı tam da bu durumun üstesinden
    gelmek ve insan gelişiminin yırtıcı dönemini aşmak olduğuna göre, ekonomi
    bilimi, mevcut haliyle, geleceğin sosyalist toplumuna pek fazla ışık
    tutamaz. ikinci olarak, sosyalizm sosyal-ahlaki bir amaca doğru yöneltir.
    Bilim ise amaçlar yaratamaz ve onları insana aşılayamaz; bilim, olsa olsa,
    belli amaçlara ulaştıracak araçları sunabilir. Fakat amaçların kendileri,
    yüce ahlaki ideallere sahip kişilikler tarafından tasarlanır -eğer bu
    amaçlar ölü doğmuş değil, aksine canlı ve güçlü iseler- ve yarı bilinçsiz
    bir biçimde, toplumun yavaş evrimini belirleyen çok sayıdaki insan
    tarafından benimsenir ve ileriye doğru taşınır.
    Bu nedenlerle, sorun insan sorunlarına dair olduğu zaman, bilimi ve bilimsel
    yöntemleri abartmamaya dikkat etmeli, toplum örgütlenmesini etkileyen
    sorunlar üzerinde söz söyleme hakkının yalnızca uzmanlarda olduğunu
    sanmamalıyız. Bir süredir, sayısız ses, insan toplumunun bir krizden
    geçmekte olduğunu ve istikrarının ciddi bir biçimde tahrip edildiğini
    söylüyor. Böylesi bir durumda bireylerin kendilerini, ait oldukları küçük ya
    da büyük gruba kayıtsız, hatta düşman hissetmesi karakteristiktir. Söylemek
    istediğimi daha iyi anlatabilmek için, kişisel bir deneyimimi aktarmak
    istiyorum. Geçtiğimiz günlerde, zeki ve iyi niyetli birisiyle yeni bir savaş
    tehdidi üzerinde tartışıyorduk. Bana göre, insan varlığını ciddi bir biçimde
    tehlikeye atacak olan bu tehdidi önlemenin tek yolu, uluslarüstü bir
    örgütlenmeydi. Bu sözlerim üzerine, ziyaretçim, oldukça sakin ve soğukkanlı
    bir biçimde, bana, “insan soyunun yok olmasına neden bu kadar karşısınız?”
    dedi.
    Eminim ki, bundan yüz yıl önce, hiç kimse, bu türden bir sözü bu kadar
    düşünmeden sarf etmezdi. Bu söz, kendi içinde bir denge kurmak için boşu
    boşuna çabalamış ve sonunda, az ya da çok, başarı umudunu yitirmiş birisinin
    ifadesidir. Bugünlerde çok sayıda insanın yaşadığı o acılı yalnızlık ve
    yalıtılmışlığın dile getirilmesidir bu. Peki bunun nedeni ne? Bir çıkış yolu
    var mı? Bu soruları sormak kolay, onlara garantili bir yanıt bulmak zordur.
    Yine de, duygu ve uğraşlarımızın çoğu kere birbirine çelişik ve anlaşılmaz
    olduğunu, basit ve kolay formüllerle dile getirilemeyeceklerini bilmeme
    rağmen, bu soruyu yanıtlamaya çalışacağım. insan, aynı zamanda hem tek
    başına, hem de toplumsal bir varlıktır. Tek başına bir varlık olarak,
    kendisinin ve ona en yakın olanların varlığını korumaya, kişisel arzularını
    tatmin etmeye ve doğuştan olan yeteneklerini geliştirmeye çalışır. Toplumsal
    bir varlık olarak ise, diğer insanların onayını ve sevgisini kazanmaya,
    zevklerini paylaşmaya, üzüntülü anlarında onları teselli etmeye ve onların
    yaşam koşullarını iyileştirmeye çabalar. insanın o özel karakteri bu
    çeşitli, sık sık çelişen çabaların varlığı sayesinde oluşur ve bunların
    özgül bileşimleri, bireyin, kendi iç dengesini sağlama ve toplumun
    geleceğine katkı yapabilme düzeyini belirler. Bu iki dürtünün göreceli
    gücünün, esas olarak kalıtım tarafından belirlenmiş olduğu kuvvetle
    muhtemeldir. Fakat sonunda ortaya çıkan kişilik, geniş ölçüde, insanın
    gelişmesi sırasında kendini içinde bulduğu çevre, içinde yetiştiği toplumun
    yapısı, o toplumun gelenekleri ve belli davranış türlerini onaylaması
    tarafından biçimlenir. Soyut “toplum” kavramı, birey için, çağdaşları ve
    daha önceki kuşaklar ile doğrudan ve dolaylı ilişkilerinin toplamı demektir.
    Birey kendi başına düşünebilir, hissedebilir ve gayret sarf edebilir; ancak
    fiziksel, entelektüel ve duygusal bir varlık olarak topluma öylesine
    bağlıdır ki, onu toplum çerçevesi dışında düşünmek ya da anlamak mümkün
    değildir. insana yiyecek, giyecek, ev, iş aletleri, dil, düşünce biçimleri
    ve düşüncenin içerdiklerinin çoğunu sağlayan toplumdur. insanın yaşamı,
    hepsi de o küçücük “toplum” sözcüğünün ardına gizlenmiş olan geçmişteki ve
    bugünkü milyonların çaba ve başarıları ile olanaklı kılınır.
    Demek ki, bireyin topluma bağımlılığı, tıpkı karınca ve arı örneklerinde
    olduğu gibi, yok edilemeyecek bir doğal olgudur. Bununla birlikte, karınca
    ve arıların tüm yaşam süreci, en küçük ayrıntısına dek, katı kalıtsal
    içgüdüler tarafından belirlenmişken, insanın sosyal seyri ve karşılıklı
    ilişkileri çok çeşitlidir ve değişime açıktırlar. Bellek, yani yeni
    bileşimler oluşturma yeteneği ve sözlü iletişim, insanlar arasında,
    biyolojik gereksinimlerin dikte etmediği gelişmeleri mümkün kılmıştır. Bu
    türden gelişmeler kendilerini gelenekler, kurumlar ve örgütlenmelerde;
    edebiyatta, bilimsel ve mühendislik başarılarında, sanat yapıtlarında
    gösterir. Bu durum bize, insanın kendi davranışları sayesinde kendi yaşamını
    etkileyebildiğini ve bilinçli düşünce ve arzulamanın bu süreçte nasıl rol
    oynadığını belli bir noktaya kadar açıklar.
    insan, doğarken, kalıtım sayesinde, insan türüne özgü doğal güdüler de dahil
    olmak üzere, sabit ve değişmez olduğunu düşünmemiz gereken biyolojik bir
    anayasa edinir. Ayrıca, yaşam süresi boyunca, iletişim ve diğer etkilenmeler
    yoluyla toplumdan adapte ettiği kültürel bir anayasa da kazanır. Değişime
    açık olan ve birey ile toplum arasındaki ilişkiyi büyük ölçüde belirleyen de
    bu kültürel anayasadır. Modern antropoloji bize, sözde ilkel kültürlerin
    karşılaştırmalı incelenmesi sayesinde, insan sosyal davranışlarının, yaygın
    kültürel modellere ve toplumda egemen örgütlenme tiplerine bağlı olarak
    büyük farklılıklar gösterebileceğini öğretmiştir. Bu temelde, insan türünün
    yaşama koşullarını iyileştirmeye çalışanlar umutlarını şuna bağlayabilirler:
    insan, biyolojik anayasası gereği, birbirini yok etmeye ya da kendi
    yarattığı insafsız bir yazgının kurbanı olmaya mahkûm edilmiş değildir.
    insan yaşamını mümkün olduğunca yetkinleştirmek için toplumun yapısının ve
    insanın kültürel duruşunun nasıl değiştirilmesi gerektiğini soracak olursak,
    değiştiremeyeceğimiz bazı kesin koşullar olduğu gerçeğinin sürekli
    bilincinde olmalıyız. Daha önce belirtildiği gibi, biyolojik insan doğası,
    ne amaçla olursa olsun, değişime açık değildir. Üstelik, son birkaç yüzyılın
    teknolojik ve demografik gelişmeleri, artık kalıcılaşan bazı koşullar
    yaratmıştır.
    0 ...