beşiktaş çarşı'da oturduğumuz mekanda gelen tuborg biramın kapağını açtığımda, şişe kapağının, siyah halkanın üzerinde çiçek gibi açılmış aliminyumu ile
bir tek taş yüzüğü andırdığını farkettiğim an, önünde diz çökmek istedim.
yapmacık bir yüzükle, evlen benimle ki bu felaketler zamanından el ele azad olalım demek, diyebilmek için.
oysa benim, hayatın yanlış zamanında doğuşum gibi, hayatının yanlış zamanında görüşmeye başlamıştık seninle.
annen...
bir insanın kendi kariyerinden, mutluluğundan, hayatından vazgeçmesinin sebebi anne ise, saygı duyup yastıklara gözyaşı silerek avunmaktan başka yapacak birşey yoktur.
sana o an sorduğum, "midye yiyelim mi?" sorusu, aslında sorulamayan benimle evlenir misin sorusunun filtrelenerek değiştirilmiş ve böylece de anlamından fersahlarca uzaklaştırılmış buruk bir yansımasından ibaretti sadece.
ve sen, ellerimin ve kollarımın arasından anneciğinin kollarına giderken, o gecenin sabahında bindiğin taksi ufuk çizgisine doğru yol almaya başladığında, hayatımdan uzaklaşan her güzelliği seyrettiğim gibi seyrettim seni, bilmezsin sen.
yine arkamı bir güzelliğe dönüp yalnızlığıma yürüdüm!
Hayat... Bir kez daha bana ihanet etti.
Bazı şeylerin hiç değişmeyeceğini kabul ettim
Küçük beyinlerinizin benim ıstırabımı büyütmesine izin verdim.
Ve o benim akıl sağlığımı kimyasallara bağlı bıraktı.
Evet... Düşüyorum. Yere çarpmama ne kadar kaldı?
Neden çöktüğümü sana anlatamıyorum.
Neden yalnız kalmayı tercih ettiğimi... Merak ediyormusun?
Gerçekten kontrolümu kaybedip kaybetmediğimi?
Sona yaklaşıyorum
Nasıl biri olabileceğimin farkına vardım
Uyuyamıyorum... Bu yüzden bir nefes alıp en cesur maskemin arkasına saklanıyorum.
itiraf ediyorum. Kontrolümü kaybettim
yalnızlık, temmuz ayında çiseleyen gayrimeşru, piç bir yağmur damlası gibi, zayıf...
yağmur damlası, gözyaşı damlası gibi bir ağlama timsalidir aslında. zayıf bir yağmur damlasının farkındalık oluşturamaması gibi,
etkisiz bir acıdır yalnızlık, münferittir. ve bu sebepli ağlamaların da görülemez kimselerce, ıslatamaması gibi yağmur damlacığının.
acını kıskanıyorum diye bir tabir var. kıskanılası bir yalnızlık acım var, allah biliyor ya.
ama yine de buna dayanmak zor. bu yalnızlığın en hazsal yönü, üç bira sınırını geçip şizofrencilik oynamaya başlayınca anathema dinlerken,
gerçekten yaşadığını (köküne kadar hissettiğin gerçek acı duygusu vesilesiyle) hissediyor olman.
yaşamak, duyguların en gerçeği olan acıda gizlenmiş bir form.
mutluluk öyle mi? bir rüya gibi, bir hayal alemi gibi sahte bir duygu. mutluyken, ayakların yere basmaz. hayatta değil, başka alemlerde gezinirsin. yaşamazsın mutluyken, yaşadığının farkına varmazsın.
mutluluğun kendisi başlı başına bir paradokstur zaten.
klavyem döndüğünce anlatmaya çalışayım. sürekli merak ediyoruz, sürekli birşey öğrenmeye çalışıyoruz, mutlu olmak için.
bilgi dağarcığımız büyüyor. artık hepimiz bisiklet sürebiliyoruz, yüzebiliyoruz, araba kullanabiliyoruz, biber gazına talcid
iyi geliyor, biliyoruz. hassas çamaşırları sentetik programında yıkıyoruz çamaşır makinasının ve kare 31 kare yapınca, aradığımız eski sevgilimiz numaramızı göremiyor.
herşeyi, herşeyi öğrenmeye , bilmeye çalışıyoruz mutlu olmak için. oysa dağdaki çoban, hepimizden daha kaygısız ve mutlu. bizim karşılanamayan, bir türlü doymak bilmeyen
kocaman beklentilerimiz, süslü keşif iştahlarımız, kibirli egolarımız da büyüyor bilgiyle. oysa farkındalık ile cehalet kapışsaydı mutluluk için, cehalet farkındalığa tur bindirirdi. çünkü cehalet mutluluktur, farkındalık ise aklı başında bir delilik...
işte temelinde paradoks olan bir duygudan, istikrarlı bir gerçekçilik beklemek bu yüzden yanlış.
mutlulukları için çabalayan insanlar hayal dünyalarında yaşadıklarının farkında değiller bir kere, burda cehalet var yani, al bu da sana ikinci paradoks, hani nerde farkındalık?
ben bu gerçeği bildiğimden değil, hissettiğimden yakıştıramıyorum mutlulukları kendime.
içgüdüsel olarak acı çekmek, her insana bahşedilmemiş bir ızdırap. ve ben yine bir duraktan eli boş çıkıp, sırtımda azık çantamla yoluma devam ediyorum, yalnız.