uzun yazacağım ve sanırım biraz kafa sikertme potansiyelim de sağ avudumda, okumayın derim. yorucu olacak zira...
ölmek, o kadar da korkulası değil bence. hiç olmadı hem de kendimi bileli. bundandır en olmadık kalabalıklara kafamı uzatıp da "n'oluyor lan orda" derken hiç sakınmadım.
bir semte adım atınca hep kahvehanelere baktım. bunun, oranın sosyolojisi hakkında derin ipuçları verdiğine inanırım ben. ne kadar boş adam varsa, o kadar doludur kahvehaneler. benim tezim, yemezseniz gargara yapınız. bir insanın, gözlerinin çok şey ifade ettiğini de böyle böyle öğrendim ben. ne kadar doluysa, o kadar doludur kahvehanelerin aksine. bundandır ağızlar "yapma" derken ısrarla yaptığım ne varsa. gözler "yap" demiştir bir kere.
sanırım, giderek yaşıyoruz ölünecek yerde. acıyı soluyup da savuruyoruz semaya. o da alıp bunu gündoğumu ve günbatımı olarak tekrar tekrar işliyor anladığım. olsun, böylesi de çok sıkıntı değil bana sorsanız.
giderek kalabalıklaşıyoruz sanırım yalnız kalacak yerde. kederi yudumlayıp da tükürüyoruz nehirlere. nehirler de alıp bunu deniz olarak seriyor tekrar tekrar anladığım. olsun, ben aslında çok anlamam bana kalırsanız.
aldığımız her nefes için ne bedeller ödüyoruz her geçen gün. midemize giren krampları saymıyorum artık, ekşiyor içimizde bozuk bir et parçası resmen. sahi nefesimiz kokuyor sevgiye, ilgiye olan açlığımızdan. oysa her gece başka bir bedenin koynunda dalmak da mümkün uykuya ve başka başka kokularla açmak gözlerimizi hemen her yeni sabaha. ama bu değil demek istediğim, daha başka bir şeyden bahsediyorum. ne bileyim ayin gibi bir şey sevişmekten ziyade. kutsal bi tarafı olduğundan adım gibi eminim.
bir yılmaz güney filmi gibiydi sevmek kimilerimiz için, öyle öğrenmiştik n'apalım. hep bir hüzün çökerdi üzerine ve ne kadar sert olursa, ne kadar büyük olursa o kadar kırıcı olurdu, ölümcül olurdu hüznü. boyu uzun, teni hafif esmer olurdu. bakışları sert olurdu rivayet, olsun tabi. hem bir çift yumuşak bakış kadar yaralayan ne olabilir ki bir insanı bu dünyada. adı, önemli değil, ırkını dahi sormuyorum.
ölenlerden geriye kalanlara tutunarak yaşamak da kabul edilecek gibi bir şey değil bana kalırsa. kendi haline bırakmalı. hayır, her ölüyü kalkıp da toprağa gömecek değiliz elbet. hem bazılarını yaşarken öldürüyoruz ellerimizle ve anı bile kalmıyor ardında. belki terli bir kaç geceyarısı, belki nefes nefese bir telaşı biraz.
bu işte bir terslik var. her geçen gün azalması gereken tahammülümüz muazzam bir biçimde artarak katlanıyor hayata. ölmekten çok yaşamaktan korkar hale geliyoruz ama seviyoruz da kabuslarımızı mümkün oldukça. hem kabuslar kadar güzeli var mı ki? rüya olduğunu anlamadığım yegâne rüyalarımdır benim. öbür türlü olunca anlıyorum işlerin bu kadar yolunda gitmesinden ve "rüya lan bu" diyebiliyorum kendi kendime. sonra bir rüya gibi geçip gidiyor yolunda olan ne varsa. ben, yüzümü yıkıyorum.
bir kaç yudum votka ve bir kaç tane bira sayesinde her şey daha katlanılır oluyor bazen. yabancı, büsbütün yabancı bir bedenin içinde olmak dahil, soluk almak hariç pek çok şey.
biri giderken, bir diğeri geliyor gemilerin. her birine el sallayarak uğurlayıp da her birini selam durarak karşılıyoruz ve bu artık kutsal bir görev oluyor. gidiyorlar ki gelmenin metabolizmasında vardır gitmek. hep gidiyorlar sonra, kime dokunduysanız ve gene de ölmüyoruz, garip. daha da çok yaşıyoruz her yolculuğa çıkanın ardından. hem bu sefer onun yerine de yaşamaya başlıyoruz. ona ayırdığımız kontenjanı da kullanarak elimizden geldiğince. onun eksikliğini de kendimizle doldurarak.
giderek daha da mı yaşıyoruz sanki sahiden de? her adımda daha başka denge oyunlarını oynuyoruz kendi içimizde ve sendeleye sendeleye ve hemen her adımda kendimize düşmemeyi öğütleye öğütleye daha mı çok yaşıyoruz? daha çok korkuyorsak, muhakkak daha çok yaşıyoruz demektir. oysa ben, bilmezdim eskiden yaşamasını.
yaşamımdan, kimse sorumlu değildir. kendinizi suçlamayınız...