gideceğim yeri bilmeden sokağa attım kendimi. bankadaki memnuniyetsiz memuriyet hâlime son vereli yaklaşık üç ay olmuştu. ufak çaplı yazar-çizerlik hâli de pek bir şey kazandırmamıştı şu sıralar. bir paket tütün çubuğu aldım mahallemizin bakkalından ve cebimdeki az-biraz paraya karşın hesaba yazdırdım. bana sorarsanız mahalle bakkalları, parasızlıktan daha anlayışlılardı pratikte. hem dünya üzerinde parasızlık kadar anlayışsızı da olamazdı. en azından ben böyle inanıyordum. hem sade bir inanç da denemez benimkine. çokça kereler adamakıllı ibadet de etmişimdir bu inancımın bir mükellefiyeti olarak.
tüm bu düşünsel karmaşanın zihnimdeki kuşatması eşliğinde yürümeye koyuldum. kendimi köhne ama bir o kadar da gösterişli, peronlarında yalnızlık kokularının, veda havalarıyla temas ettiği otobüs terminalinde buldum. belki de bir yolculuk hâli, bir seyahat öylesine büsbütün bir yolcu olabilmem için ihtiyacım olan tek şeydi.
"ankara, ankara, ankara, ankara" sanırım böylesi bir seyahat için fazla resmi olurdu ankara. daha kendi hâlinde bir yere ihtiyacım vardı oysa.
- nereye abi?
- bilmiyorum.
- en sevdiğimdir, biletin bende abicim.
- nereye?
- bilmiyorum.
- sevdim bunu.
- otobüs birazdan kalkacak. peron sekiz bey abicim; bu da biletin.
hah! işte hâlden anlayan bir adam size. ama otobüsün ön camında "3347" dışında(ki sanıyorum sefer sayısıydı) bir şey yazmaması ne yalan söyleyeyim daha ad heyecanlanmama ve işin aslı biraz da tedirgin olmama sebep olmuştu. on dört numaralı koltuğu bulmak zor olmamıştı ve otobüste kalan son boş yerin de burası olması benim adıma büyük şanstı. otobüs yolculuklarım arasında en sevmediklerimdi en öndeki dörtlü koltuktan birine oturup da otobüs şoförünün gereksiz gerginliğine yakından şahit olduklarım.
tam "ne yapıyorum ben" diye düşünmeye fırsatım olacaktı ki yanımdaki koltuğun sahibi geldi. koyu kumral, parlak ve uzunca saçları, yeşil ama yeşilin emsalsiz bir tonuna sahip gözleri, korkmuşçasına beyaz teni, yüzündeki tebessümün etkisiyle kabarmış yanakları... giderek yaklaşıyor ve sanki şafak söküyormuşçasına aydınlığını hissettiriyordu.
"on üç numara" dedi ve ben acilen kendimi toparlamalıydım görünen o ki "evet" diye karşılık verdim. oturdu hemen koridor tarafındaki koltuğa. normalde otobüs firmalarının, muazzam bir cinsel duyarlılık göstermesi ve "bayan yanı" bir koltuğu vermeleri gerekirdi diye düşünürken bir yandan da kendimi o otobüsteki en şanslı yolcu ilan ediyordum. o terminaldeki en şanslı yolcu, dünya üzerindeki en şanslı yolcu.
- sanırım ismimi eksik yazmışlar.
- anlamadım.
- bileti kardeşim almıştı ve ismimi eksik yazmışlar.
- anladım.
- o hâlde şaşkınlığınızın sebebi nedir?
- benim için ani bir yolculuk oldu, onun içindir.
- benim için sorun değil yoksa ki. siz rahatsız olmuyorsanız, şu abdesti kadın görünce bozulan garip inançlardan birisine sahip değilseniz yani.
- yo, değilim. bir inancım olduğunu dahi söyleyemem sanırım dini anlamda.
- he o zaman sizin için de çok sorun teşkil etmiyor bu durum.
- hayır, gene de rahatsız olursanız şayet...
- asıl bu durumda yapılacak ekstra en ufak bir şey rahatsız ederdi beni.
sustuk sonra. otobüs hareket etti ve önce perondan geri geri hareketlendi, sonra manevrasını tamamlayarak ileri doğru ivme kazanarak koyuldu yola. otobüs şoförlerine karşı gariptir ufak çaplı bir hayranlığım mevcuttur. o kocaman aracı evirip, çevirmek kolay iş değil açıkçası. sağ omzuma bir şeyin konduğunu hissettim o anda. uyuyordu ve başı, omzuma düşmüştü. uyandırmayı düşündüm, sonra vazgeçtim neden bilmiyorum. hayır, o kadar güzel uyuması zaten mümkün değildir ve nihayetinde bir otobüs koltuğunda ne kadar güzel uyunabilir ki? ama ne bileyim işte uyandırmak istemedim o anda, uyumaya hakkı olmalıydı bence.
muavin, benimle aynı fikirde olmasa gerek ki sağ omzuna dürterek uyandırdı. pislik herif!
- nerede ineceksiniz?
- merkez.
- siz bayım?
- merkez(nerenin merkeziyse artık bu).
sonra insanın, ilgi duyduğu şeyden bütün dikkatini kaçırma çabasından haberdar olduğum için camdan dışarıya, yolun sol tarafından, yolla beraber akıp giden denize odaklandım. biraz zaman geçtikten sonra sağ omzuma tekrar ama bu sefer ne olduğunu bildiğim şey kondu. vücudumun üst tarafını sağıma doğru yatırdım, omuzumu bir yastıkmışçasına şişkin tutarak devam ettim. kokusunu alabiliyordum, farklı bir şeydi bu. uyku arasında hafif soluna doğru döndü ama ben, bana döndüğünü düşünüyordum garip bir şekilde. olduğum yerde biraz aşağı doğru kaydım boynunu rahatlatabilmek için ama ömrümde hiç bu kadar uzun süreyle herhangi bir yerden aşağı doğru kaydığımı, böylesine sadece durduğum yerde eridiğimi hatırlamam. hele ki bir de sırf birisini uyandırmak endişesi ile böyle kepaze olmuşluğumun emsali yoktur. bir süre gözlerimi şaşı yaparak izledim uyuyuşunu ya da nöbet tuttum diyebiliriz her an uyanırsa diye. belki de en iyisi benim de uyumam ya da uyuyormuş gibi yapmamdı. hem belki uyandığında benim uyanık olduğumu görürse uyarmamamın kasıtlı olduğunu düşünebilirdi. aslında kasıtlıydı ama öyle düşünmesini istemiyordum işte. ya da öyle düşünmesini mi istiyordum ki. her ihtimale karşın gözlerimi kapattım, bu tarifsiz kokuyu her nefeste içime çekerken garip bir uyuşturucu tesirinde kalmışçasına sızmışım. hem önceki geceden de fena uykusuzdum. dergi için hazırlamam gereken "yolculuk" konulu yazıyı hazırlayabilmek için sabahı etmiştim ama elimde somut hiç bir şey yoktu. uyumuştum işte.
gözlerimi açtığımda gördüğümün serap mı yoksa bir gerçek mi olduğundan emin olmakta zorlanacak kadar şuurumu yitmiştim. ilk gördüğüm şey bir çift yeşil gözdü ama öyle herhangi bir çift yeşil göz gibi değil. zümrüt gibi belki, ya da eritilip de denize karıştırılmış bir zümrüt gibi. gülümsedi sonra elini boynumdan çekerken. otobüs koltuklarında fiziksel sağlığımız ve özellikle de belimiz için en tehlikeli şekle girmiştim, garip. kıçım, kendime ait olan on dört numaralı koltukta ve başım ise on üç numaralı koltuktaki o gerçekliğinden hala emin olamadığım, insana benzeyen ama insan olmadığına bildiğim bütün yeminleri bir çırpıda edebileceğim o kutsal varlığın kucağındaydı. gülümseyişini hiç bozmadı, soğutmadı ve gülümsemeye devam etti ben ne olduğunu anlamaya, biraz olsun kendime gelmeye çalışırken.
- günaydın bayım.
- ggg... günn... ççoook... bbbbeeen...
- her uyku sonrası böyle mi oluyor?
- ...(nefes alış verişler)
- peki, ne zaman hazır hissedersen palyaço, ben buradayım.
- bbbebbbeen özür dilerim.
- niçin?
- sizi rahatsız etmek istemezdim, önceki geceden uykusuzdum biraz...
- hayır, ödeşmiş olalım. ben de gözlerimi açtığımda çok farklı bir rahatsızlık değildi verdiğimi gördüğüm rahatsızlık.
- çok oldu mu siz uyanalı? tekrar tekrar özür diliyorum sizden.
- hayır, dilemeyiniz. hem hepimizin uyuması gerekir bir şekilde.
- maalesef...
- maalesef mi?
- evet, maalesef. hem benim, sizinkiler gibi gözlerim olsaydı sanıyorum hiç uyumazdım. dünya, böyle bir cezayı hak etmiş olamaz(kendime geliyordum ve savaşın ortasında uykudan uyanmıştım)!
- anlamıştım ucuz bir şair olduğunuzu fakat ben bu kadarını beklemiyordum sanıyorum. ne için gidiyorsunuz oraya?
- nereye?
- nasıl yani? gittiğiniz yeri bilmiyor musunuz?
- bunun normal ve açıklanabilir bir şey olmadığının farkındayım.
- eeee...
- sıkça yaptığım bir şey de değildir bu aslında.
- ?
- bilmiyorum.
- işte buna gülerim(bir an bütün otobüsün gözlerini, üzerimize diktiğini hissettiğimi hatırlıyorum).
- peki siz neden gidiyorsunuz?
- nereye?
- oraya işte(her nereyse gittiğimiz yer).
- çünkü orası, benim yaşantım. oradaki bir okulda ders veriyorum öğrencilerime, evim orada, yaşantım orada işte. peki nedir sizi bu bilinmez, sır yolculuğuna çıkmaya yönelten şey?
- aslında durum öyle göründüğü kadar da kötü değil. yani yolculuk üzerine bir şeyler yazmam gerekiyordu dergiye ve evde oturmak, bu konuda çok ilham vermediği gibi bir türlü o seyahat psikolojisini de yansıtamıyor, yok yere kağıt harcıyordum. doğasever tarafım daha fazla dayanamadı bu işkenceye ve kendimi gidilebilir bir yerlere götürmeye karar verdim.
- peki sonra?
- otobüs terminalindeki ayakçı adam, nereye gideceğimi sordu ve ben de bilmediğimi söyleyince senin dünyana göndermenin iyi bir fikir olduğunu düşünmüş olacak ki şu anda buradayım. kader gibi bir şey oldu yani benim adıma. ne bileyim ya da ona benzeyen ama onunla alakası olmayan bir şey.
- boşveriniz sayın yazar, boşveriniz.
otobüs, küçükten biraz büyük bir terminale demirlemişti. tarihin bir öğlen vakti ve kolumda asılı duran zaman sayacı beni yanıltmıyorsa da saat denilen tam ikiydi o sırada. o, ani denilebilecek bir şekilde hareketlendi, burası olmalıydı. "hadi" dedi yüzüme bakarak "dünyama hoşgeldiniz sayın yazar". burası neresiydi? yol hesabını ve geldiğimiz istikameti uykum arasında hatırladığım kadarıyla marmara denizi'nin güneyinde bir coğrafyadaydık. belki bursa'nın, küçük bir ilçesiydi; emin değilim. "hadi ama" diye yineledi. kaplı defterimi aldım ve kalktım bir çuval gibi yığılıp da saatlerce kaldığım o otobüs koltuğundan. otobüsten indiğimde etrafıma bakındım ama nafileydi, nerede olduğumu anlamama yarayacak hiç bir detay bulamadım. hayır, otobüs terminali'nin üzerinde bile nereye ait olduğu yazmayan garip ve muhtemelen gelişmesi birkaç belediye seçimi daha bulacak bir ilçeydi burası. "hadi" dedi üçüncü kez, bagajların olduğu bölüme doğru adımlarken. küçük bir el valizini de alıp "beni takip etmelisin, tehlikelidir buralar" diye uyarmaktan da geri kalmadı elimi tutarken. şaşırmaktan biraz fazlasını hissettiğime yemin edebilirim. ömrümde ilk defa bu kadar uzun bir monolog kurmasına izin veriyordum karşımdaki insanın. "nasıl beğendin mi" diye sormasaydı, devam edebilirdim buna.
- evet, özellikle de böylesi güzel yeşillikleri bünyesinde barındırırken...(sağ elimin işaret parmağını terminali çevreleyen ağaçlarda yarım tur sağdan-sola gezdirip onu, gözlerini işaret etmiştim)
+ anlıyorum, daha da ucuzlaşmak gayretinde edebiyatınız. yeterince ucuz edebiyat yaptıysanız, kahvaltı yapmak için güzel bir yer biliyorum. eşlik etmek ister misiniz?
- (kahvaltı yapmak için mi? ama ben kahvaltı yapmam ki) isterim.
+ o hâlde takip ediniz beni.
- erkekleri kullanmayı bilmiyorsunuz. yazık kullanım kılavuzumu yanımda taşımadığım için üzgünüm.
+ anladığımı sanmıyorum.
- ben de anladığını sanmıyorum. dilersen şu el valizini, senin için taşıyabilirim.
+ he o mu? hayır. ve rica ederim bir kere daha böyle bir teklif sunmayın bana. hem ben bu valizi ve daha okkalı valizlerimi uzun zamandır kendim taşıyorum.
sustuk sonra ve yürümeye koyulduk. biraz yürüdükten sonra ilçe merkezi olduğunu düşündüğüm bir yerleşkedeydik. mavi boyalı çok katlı bir bina vardı "belediye" olduğu, her halinden belli olan bu binanın üzerinde de nerenin belediyesi olduğunu anlamamızı sağlayacak bir ipucu yoktu, artık önemi de yoktu zaten. onun dünyasıydı işte, adı da böyle kalsın varsın.
- burası da ilçemizin istiklâl caddesi'dir.(dar ve kısaca bir cadde, sağda-solda yemek yenilebilecek mekânlar ve önlerinde de masa-sandalyeler mevcuttu. araç trafiğine kapalıydı ki zaten istese de normal ebatlarda bir araç oradan geçemezdi bana kalırsa.)
+ evet, bir ilçe için çok bile.
- katılıyorum. aaa şurada yiyebiliriz bişeyler. burasını ev hanımları çekip çeviriyor ve kazandıkları para ile de yardıma ihtiyacı olan kadınlara destek oluyorlar.
+ olur tabi ki.
kahvaltılıklarımızı sipariş edip de boş bir masaya oturunca, uzun saatler sigara içmediğimi anımsadım ve fırsattan istifade sigaramı yaktım.
- önce kahvaltını etseydin ucuz şair. hem senden sigara istersem sakın verme bana, bırakana kadar neler çektim. tekrar başlamak istemiyorum.
+ peki, bu şekilde iradeni gölgelemek isteyeceğimi sanmıyorum zaten.
kahvaltımızı ettik, garip kendimi yorgun hissetmiyordum. bilakis her zamankinden daha dinç olduğuma bilindik bütün yeminleri edebilirim. kuran'a, incil'e, tevrat'a ve türlü edebiyat kitaplarına el basabilirim ki ömrüm boyunca hiç olmadığım kadar dinç hissediyordum.