Güzel bir yaz sabahıydı... Güzel olmasının sebebi zaten yaz sabahı olmasıydı. Çünkü yaz sabahları her daim güzeldir. Çiçek kokuları, ağustos böceklerinin cırlamalarına karışan dalga sesleri... Bir yaz sabahına kötü diyen birisi bulunabilir mi şu koca dünyada? Sanmam...
O güzel sabaha karşılık içim buruk uyanmıştım. Penceremden odama esen yaz kokusu bile içimi aydınlatmaya yetmemişti. Sanki tüm organlarımı içten içe kemiren bir zifiri karanlık mevcuttu ve ben onu bu güzel sabaha karşın söküp atamıyordum.
Bunun sebebi neydi?
Karanlığın sebebini çok iyi biliyordum ama hala içimden silemememin sebebini bulamamıştım. Bu güzel sabahta bile...
Kahvaltı yapasım yoktu ama açtım. Bir şeyler yememin şart olduğu aşikardı. Ayrıca sağlığıma da zarar vermek istemiyor içimdeki bu karanlığa teslim olmayı reddediyordum. Bu yüzden beni zinde tutabilecek bir şeyler atıştırıp evden çıktım. Saat sabahın 10u olmasına rağmen hava fazlasıyla sıcaktı. Bir kaç adım sonrasında bile iyiden iyiye bunaldığımı hissettim. Dışarı çıkmak iyi değil kötü gelmişti. Yürüyerek sahile indim. Kalabalık değildi ama boş da sayılmazdı. Bu saatlerde gençlerden çok yaşlılar olurdu. Hem öğle saatlerinin zararlı ışınlarından önce denize girmiş oluyorlar hem de bu aktiviteyi bir sabah sporu gibi görüyorlardı. Buruşuk tenlerini denizin soğuk suyuna bıraktıklarında kendilerini çok daha genç hissettikleri yüzlerinden belliydi. Yine de kimse onları bu doğaya aykırı fikir havuzlarında mesutca yüzdüklerinden mütevellit suçlayamazdı. Tek dayanakları ve tek tesellileri kendilerini daha genç kılacak bilimum şeylere hayatlarının son demlerinde yoğunlaşarak iyi hissetmekti.
alalade bir şezlong seçip uzandım. Havlumu yanıma almamıştım. Havlunun yumuşatmadığı şezlong yüzeyi kalça kemiklerime batıyordu, kalktım. iskeleye yürüdüm, üstü bomboştu. Kenarına oturup ayaklarımı denizin üstüne sallandırdım. iskelenin yüksekliği yüzünden ayaklarım denize değmiyordu. oysa çıplak ayakla toprakta yürüme efsanesine inandığım gibi denizin de içimde sinsice ergenlik çağını tamamlamakta olan karanlığı çekip alacağına da inanmıştım.
bir süre hiçbir şey düşünmeden denizi izledim, insanların sesleri artık birbirine karışmıştı. Hangisi ihtiyar ahmet amcanın sesi, hangisi dul kaldıktan sonra kendisini spora adayan henüz 37sindeki filiz ablanın sesi kestiremiyordum. Burası küçük bir site olduğundan herkes birbirini tanıyordu. Ama şimdi ben sanki her birini ilk kez görmüş gibi hiçbir yerden çıkartamıyordum.
bayılır gibi oldum, denize düşmek üzereyken acele bir hamleyle kendimi geri çektim. Fakat bu bir düşüş değildi. Deniz bir mıknatıs gibi kendine çekiyordu beni . karşı koymaya çabaladıkça gücümün tükendiğini hissettim. Bu tükenmişlik hissinin içimdeki karanlığı beslediğini anlar anlamaz kendimi çekime bıraktım.
denizdeydim. Kollarımı hareket ettiremiyor, ettirmek de istemiyordum. Bu bilinçli bir intihar ediş miydi yoksa yalnızca gelişi güzel kadere boyun eğmek miydi? Düşünmesi bile yorucuydu. Denizin yüzeyine yatıp ağır ağır yüzdüm. Açılmak, insanlardan uzaklaşmak istiyordum. Yüzdükçe huzur buldum, huzur buldukça da karanlığın çöküşünü hissettim. Mutluydum.
yeterince açıldığımda durdum. Hala yorgundum. Ölmek için ideal bir yer olduğuna kanaat getirdim. Elbet ölecektim. Peki buradan başka daha güzel nereyi bulabilecektim? Kendimle yüzleştim, soruları bizzat kendime yöneltiyor zihinsel bir diyalog kuruyordum. Hiçbir yer cevabını aldım ya da verdim. Ne fark eder?
bir anda daldım. En dibine doğru yüzüyordum fakat dibi görünmüyordu denizin. Bir yandan Açık maviden laciverte dönen renk değişimlerini izliyor diğer yandan da tüm gücümle dalmaya devam ediyordum. Kulaklarımın bir anda felaket derecede acıdığını hissettim. Durdum. Dönüp yüzeye baktım. Gökyüzü bembeyaz görünüyordu. Ya da beyaza dönük bir mavi. Mükemmel bir manzaraydı. Demek diye düşündüm, huzuru bulabileceğim tek nokta en başından beri burasıydı. Yüzeye arkamı dönüp dalmaya devam ettim. Kulağımda ince bir ıslık sesi vardı büyük ihtimalle sağır olmak üzereydim fakat umrumda değildi. Tuttuğum nefesimin son demlerindeydim. Benden yüzeye son bir parçamı götürebilecek, Minyon vicudumdaki tek hava baloncuğunu da yüzeye bıraktım. Süzülüşünü izledim. Yüzeye varması bir hayli zaman almıştı. Gözlerim buğulandığı için artık göremiyordum onu. Ama herhalde varmış olmalıydı. Havaya karışmıştı son nefesim.
gözlerimi kapattım, kollarımı açtım. Suda hiç bir ağırlığım yokmuşçasına yavaşça dibe süzülüyordum. Herhalde kalp atışlarımı ilk kez o zaman bu kadar net ve güçlü hissedebilmiştim. Can havliyle atıyordu, onun da son çırpınışıydı ve birazdan duracaktı. Bir kayaya çarpıp durdum. Kayanın üstünde yatıyordum.
ölürken denizin derinliklerini izlemek için, gözümü açtım. Bu güzelliği kaçırmak istemezdim. Gözü, 4 derece miyop biri gibi görebiliyordum. Görebildiğim kadarıyla ise, rengarenk balıklar etrafımda bir halka oluşturmuş durmadan yüzüyorlardı.
onların arasından tam kestiremediğim birisinin bana doğru hızlıca yüzdüğünü gördüm. Bu kimdi? Beni kurtarmaya gelen bir dalgıç mı? Eğer öyleyse defolup gitmeliydi, çünkü ben uzun zamandır olmadığım kadar mutlu hissediyordum kendimi.
gelen bir erkekti, en azından üst kısmı. uzun kahverengi saçları vardı. Belinden altı ise devasa bir balığın kuyruğuna benziyordu. Birbirine montelenmiş gibi duruyordu, kahkaha attım. Tanrım? Bir çocuğun ölürken bile, ona espri yapmayı çok iyi beceriyorsun. Teşekkür ederim...
deniz erkeği ya da kendisine her ne diyorsa, gelip elimden tuttu. Bir şeyler söylüyordu ama benim tek duyduğum bir kaç fısıltıydı. Sanırım kısmen sağır olmuştum. Yüzü korkmuş gibiydi. Bense ona gülümseyerek bakıyordum. Beni çekiştirmeye başladı. Tuhaf sesler çıkarmaya başlamasından bir kaç saniye sonra kendisine benzeyen bir güruh etrafımızı sardı. Hepsi bana endişeyle bakıyor birbirlerine bir şeyler diyor, sanki çığlık atarak iletişim kuruyorlardı. Bense onlara bakıp kahkaha atmamak için zor tutuyordum kendimi. Azrail? Nerede kalmıştı. Ya da bunların hepsi birer azrail miydiler? Benimle dalga mı geçiyorlardı? Gülmek isterken gözümden denize yaşların karıştığını fark ettim. Neden ölemiyordum?
yanıma ilk gelene döndürdüm başımı hala ellerimi tutuyordu. Ben ona bakınca bir kaç hareket yapmaya başladı sanırım ağzımı açmamı istiyordu. Anlamaz gibi baktım. Amacı neydi? Neden başıma bunca yaratığı toplamıştı. Yapmazsam gideceğe benzemiyordu. Ama defolup gitse ve beni en azından ölürken yalnız bıraksa ne de güzel olurdu.
sırf başımdan def etmek için ağzımı açtım. Hala telaşlı telaşlı bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Güldüm. Hatta kahkaha attım. Çünkü kahkaha atsam yeriydi.
kahkaha atarken doğama tamamıyle aykırı bir şeyler olduğunu fark ettim. Kusursuz intiharımda yolunda gitmeyen bir şey vardı. Çünkü nefes alıyordum! Şaşırıp birden çırpınmaya başladım boğazımı tutuyor etrafıma anlamsızca bakıyordum. Derin derin nefes almaya tuhaf sesler çıkarmaya başladığımda etrafımdaki yaratık güruhu gülümsedi. Sevinmişlerdi. Kafamı sertçe o ilk gelene döndürdüm. Kızgındım. Napmışlardı bana? Neydi bu, rüya mı? Ölüm sonrası hayat mı? Ne saçma şeydi. Güruh dağılmaya başlamıştı ilk gelen ise hala elimi tutuyordu. Elindeki sıcaklığı henüz fark edebiliyordum. Denizin bu derinliği buz gibiyken onun bu kadar sıcak oluşu beni ürkütmüştü ama elimi çekmeyi aklımın ucundan bile geçirmedim. Şimdi ne yapacaktık? Çizgifilmlerdeki gibi dost olup el ele denizi mi gezdirecekti bana? Saçma şeydi. Ama yine de mutluydum. Ölmememe rağmen hala huzurluydum. içimdeki karanlık uçup gitmişti, içim bomboştu. Yüzüne baktım, kusursuzdu. O da kafasını hiç çevirmeden bana bakıyordu, sarıldım. Sıcacıktı. Ağlamaya başladım. O da sarıldı. Mutluluk göz yaşlarıydı bunlar. 150 kilo olan birisinin 100 kiloyu birden verip hafifleyişinin mutluluğuydu. Selam dedim. merhaba dedi. Artık söylediklerini anlayabiliyordum. Gülümsedim. merhaba ben... sözünü kestim. neden beni kurtardın? Senin sayende mi nefes alabiliyorum şimdi ben? dedim. konuşmayı yeni sökmüş bir bebek merakıyla yöneltiyordum sorularımı, sık ve çok. Başını salladı ve yeniden gülümsedi. Neden kurtardığına ilişkin bir cevap vermemişti. Sanırım o da sebebini bilmiyordu, kurcalamadım. Zaten her şey mükemmeldi, ne diye sorularımla yersizce bu ortamı bozacaktım.
eğer içimin en ücra köşesinde, minik ama tehlikeli bir karanlık zerresi ben ölmek üzereyken hala saklanabilmişse ve minnacık kötü, simsiyah aklından içimde yeniden beslenmeyi umut ettiyse bile, daha önce ömrümde hiç görmediğim bu ilginç yaratığın elimi tutmasıyla ölmüştü. Sonsuz ve ebedi karanlığına kendisi gömülmüş, denizin en derinliklerine çökmüştü.
bir daha asla yüzeye çıkmamak üzere, bu tatlı yaratıkla el ele, deniz denilen ikinci dünyanın en derin yerlerine yüzüyordum...
güneşin tek bir ışınının bile ulaşamadığı bu derinlikte gerçek aydınlığı bulmak şaşırtıcıydı ilk zamanlar benim için. Ama şimdi alışmış olmalıyım ki, bunları yazıyorum bile...
her neyse, gündüz güneşin altında aydınlığı yaşadığını sanan zavallı garibanlar, gitmem gerek. Daha derinlere...
görüşmek üzere!