marcosson ve mustafa kemal atatürk ün görüşmesi

entry3 galeri
    3.
  1. Washington için Takdir Duygusu

    En ufak bir tereddüt geçirmeksizin -şunu da ekleyebilirim ki, bütün konuşma sırasında bir cevap için hiçbir zaman duraklamadı- şöyle dedi:

    “Memnuniyetle. Birleşik Devletlerin ideali, bizim de idealimizdir. Büyük Millet Meclisinin 1920 Ocağında ilân ettiği Millî Misakımız, sizin Bağımsızlık Beyannamenize çok benzer. O, sadece, Türk ülkesinin istilâdan kurtulmasını ve kendi kaderimize hâkim olmamızı ister. Bağımsızlık, hepsi bu. O, halkımızın misakı, anayasasıdır ve ne pahasına olursa olsun, bu misakı korumaya kararlıyız.

    Türkiye de, Amerika da, demokratik rejimlerdir. Gerçekten, şu andaki Türk Hükümeti, dünyadaki en demokratik hükümettir. Halkın mutlak egemenliğine dayanır ve onun temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi, yargı, yasama ve yürütme organıdır. Kardeş demokrasiler olarak, Türkiye ile Amerika arasında en sıkı ilişkiler olmalıdır.

    Ekonomik ilişkiler alanında Türkiye ile Birleşik Devletler, her iki taraf için de en büyük yarar sağlayacak şekilde, birlikte çalışabilirler. Zengin ve çeşitli millî kaynaklarımızın, Amerikan sermayesi için çekici olması gerekir. Biz, gelişmemizde Amerikan yardımını memnuniyetle karşılarız; çünkü bütün başka ülkelerin sermayesinden farklı olarak Amerikan parası, Avrupa milletlerinin bizimle ilişkilerine can veren siyasal entrikalardan uzaktır. Başka bir ifadeyle Amerikan sermayesi, yatırılır yatırılmaz bayrağını çekmeye kalkmaz.

    Amerika’ya olan inanç ve güvenimizin somut bir delilini, Chester imtiyazını vermek suretiyle gösterdik. Gerçekten bu, Amerikan halkına bir teveccühtür.

    Hayatım boyunca, Washington ve Lincoln’ün hayat ve eserlerinden ilham aldım. ilk onüç devletle yeni Türkiye arasında ilginç bir benzerlik vardır. Sizin atalarınız, ingiliz boyunduruğunu kaldırıp attı. Türkiye de, üzerindeki bütün rüşvet ve yiyicilikle birlikte taşıdığı eski imparatorluk boyunduruğunu, daha da kötüsü başka milletlerin bencil müdahalelerini kaldırıp attı. Biz şimdi, yeni bir milletin doğuşuna şahit olan bir doğum sürecinin içindeyiz. Amerikan yardımıyla amacımıza ulaşacağız.”

    Sonra, öne doğru eğilip, bütün mülakat sırasında yaptığı tek hareketle şunları söyledi:

    “Biliyor musunuz, Washington ve Lincoln niçin beni daima etkilemişlerdir? Söyliyeyim size. Onlar, sadece Birleşik Devletlerin şerefi ve kurtuluşu için çalıştılar; oysa, öbür başkanların çoğu, öyle görünüyor ki, kendilerini tanrılaştırmaya çabaladılar. Kamu hizmetinin en yüksek şekli, bencil olmayan çabadır.”

    Bunun üzerine sordum: “Sizin için devlet yönetiminde ideal nedir? Başka bir deyişle, Pan-islâmizm ve Pan-Turanizm fikirlerine hâlâ inanıyor musunuz?”

    “Kısaca söyleyeyim” dedi. “Pan-islâmizm, din ortaklığına dayanan bir federasyon demekti. Pan-Turanizm ise, ırka dayanan aynı çeşit bir çaba ve ihtiras ortaklığını temsil ediyordu. Her ikisi de yanlıştı. Pan-islâmizm fikri, asırlar önce Viyana kapılarında, Türklerin Avrupa’da ulaştıkları en kuzey noktada öldü. Pan-Turanizm de, Doğu ovalarında mahvolup gitti.

    Bu hareketlerin her ikisi de yanlıştı; çünkü, kuvvet ve emperyalizm anlamına gelen fetih fikrine dayanıyorlardı. Uzun yıllar emperyalizm, Avrupa’ya hâkim oldu. Ancak emperyalizm ölüme mahkûmdur. Bunun cevabını, Almanya’nın Avusturya’nın, Rusya’nın ve geçmişteki Türkiye’nin yıkılışında bulursunuz. Demokrasi, insan ırkının ümididir.

    Bir Türkün ve savaş için yetişmiş benim gibi bir askerin böyle konuşması size garip gelebilir. Oysa, yeni Türkiye’nin temelindeki fikir aynen budur. Biz, zor kullanma, fetih istemiyoruz. Yalnız bırakılmamızı ve kendi ekonomik ve siyasal kaderimizi kendimizin tayin etmesine müsaade edilmesini istiyoruz. Yeni Türk demokrasisinin tüm yapısı, bunun üzerine kuruludur; şunu da ilâve edeyim ki, bu demokrasi, Amerikan düşüncesini temsil eder; şu farkla ki, siz kırksekiz devletsiniz, biz bir tek büyük devletiz.

    Yüzlerce yıl boyunca Türk imparatorluğu, Türklerin azınlıkta olduğu karmaşık bir insan yığınıydı. Daha başka sözde azınlıklarımız da vardı ve bunlar, sıkıntılarımızın büyük kısmının kaynağı olmuşlardı. Bu, ve eski fetih düşüncesi… Türkiye’nin gerilemesinin bir sebebi, bu güç yönetim işi yüzünden kendisini tüketmiş olmasıydı. Eski imparatorluk çok büyüktü ve her an kendisini problemlere açık buluyordu.

    Oysa, eski kuvvet, fetih ve yayılma fikri, Türkiye’de ebediyen ölmüştür. Eski imparatorluğumuz, Osmanlıydı. Bu da, kuvvet ve zor demekti. Bu artık anlamını kaybetmiştir. Biz şimdi Türküz, yalnızca Türk. işte bunun içindir ki, Woodrow Wilson’un gayet iyi ifade ettiği self-determinasyon idealine dayanan, Türklere ait bir Türkiye istiyoruz. Bu, milliyetçilik demektir ama, Avrupa’nın pek çok yerlerinde self-determinasyon’u engelleyen bencil türden bir milliyetçilik değil. Ne de keyfî gümrük duvarları ve sınırlar demek. Bizim milliyetçiliğimiz, ticarette açık kapıyı, ekonominin yeniden canlandırılmasını, bir vatanda beliren gerçek anlamda ülkesel bir vatanseverliği ifade eder. Kan ve fetihle dolu bunca yıldan sonra nihayet Türkler, bir anavatana kavuşmuşlardır. Bunun sınırları belirlenmiş, dert kaynağı olan azınlıklar dağıtılmıştır; işte bu sınırların içinde mevkiimizi korumak ve kendi kurtuluşumuz için çalışmak istiyoruz. Kendi evimizin efendileri olmak istiyoruz.”

    Kemal’in Yapıcı Programı

    Gene bana doğru eğildi ve keskin, kesik kesik üslubuyla şunları söyledi:

    “Biliyor musunuz, Avrupa’da barışı ve yeniden inşayı engellemiş olan şey nedir? Sadece şu: Bir milletin diğerine müdahalesi. Daha önce bahsettiğim, haris, bencil milliyetçiliğin bir parçası. Bu, ekonominin yerine siyasetin geçmesi sonucunu doğurmuştur. Alman tamirat tazminatı kördüğümü, bunun yalnızca bir örneğidir. Küçük çaplı siyaset, dünyanın baş belasıdır.

    Bizim güçlükle kazandığımız Türk bağımsızlığını engellemeye çalışan, milliyetçiliğimizi kötüleyen, bunun doğu komşularımızı fethetme arzusunu maskeleyen bir kamuflajdan ibaret olduğunu söyleyen, ekonomiyi yönetecek yetenekte olmadığımızı ileri süren milletler var. Bakalım, göreceğiz.

    Yeni Türkiye’nin ilk ve en önemli düşüncesi, siyasal değil, ekonomiktir. Biz, dünya üretiminin de, tüketiminin de bir parçası olmak istiyoruz.”

    “Birleşik Devletler, sizin bu yeni Türkiye’nize somut olarak ne gibi yardımlarda bulunabilir?” diye sordum.

    Solumdaki sarışın dev, “birçok şeyler” dedi. “Türkiye, temelde bir tarım ülkesi. Başarı veya başarısızlığımız tarıma bağlı. Canlandırma programında başlıca üç faaliyet önde geliyor. Bunlar, tarım, ulaştırma ve sağlık; çünkü köylerimizdeki ölüm oranı, dehşet verecek kadar yüksek.

    ilkin tarımı alalım. Birincisi, tarım okulları açmak ki bunda Amerika yardımcı olabilir, ikincisi traktör ve diğer modern tarım makinelerine yer vermek suretiyle, tamamen yeni bir tarım bilimi geliştirmek zorundayız. Pamuk gibi yeni ürünleri geliştirmemiz, tütün gibi eski ürünleri de yaygınlaştırmamız gerekiyor, ister karayolunda, ister çiftlikte olsun, motor bizim ilk yardımcımız olacaktır.

    Ulaşım da aynı derecede hayatîdir. Dünya Savaşından önce Almanlar, Türkiye’nin ulaşımı için kapsayıcı bir plân hazırlamışlardı; ancak bu, ülkenin onlar tarafından ekonomik bakımdan sömürülmesi fikrine dayanıyordu. Almanlardan kurtulduğumuza memnunum; benim açımdan da, hiçbir zaman bu otoriteyi tekrar ele geçirebilecek değillerdir. Çok ihtiyaç duyduğumuz demiryollarımızı geliştirmek için gözlerimizi Amerika’ya çevirdik. Onlara Chester imtiyazını vermemizin bir sebebi bu. Bu imtiyazın bizim için ne ifade ettiğini Amerikalıların anlayacaklarını ümid ediyorum. Bu, sadece yeterli bir ulaşım değil, aynı zamanda yeni limanların inşası ve millî kaynaklarımızın, özellikle petrolün işletilmesi ümididir.

    Sağlık konusunda zaten, kabinemizin bir unsuru olarak, bir Sağlık Bakanlığı kurduk; çocuk ölümlerini önlemek için her türlü çaba gösterilecektir. Bu konuda da gene Amerika yardımcı olabilir.

    Ekonomiden söz ederken, yeni Türkiye için hayatî önem taşıyan başka bir soruna da değineyim. Geçmişte Türkiye’nin trajedisi, büyük Avrupa devletlerinin, onun ticarî gelişmesi konusunda birbirlerine karşı olan bencil tutumlarıydı. Bu, büyük imtiyazlar koparma oyununun kaçınılmaz sonucuydu. Devletler, ahır yemliğindeki köpekler gibiydiler; kendi istediklerine ulaşamadıkları zaman, rakiplerini de bundan uzak tutmaya çalışıyorlardı. Yıllardır Çin’de olup bitenler de aynen böyledir; ancak onlar, Türkiye’yi Çin’e çeviremeyeceklerdir. John Hay tarafından ortaya atılmış bulunan, herkese açık kapı ve herkes için fırsat eşitliği üzerinde ısrar edeceğiz. Eğer Avrupa devletleri bu usûlden hoşlanmazlarsa, bunun dışında kalabilirler”.

    Bundan sonraki sorum şuydu: “Dünyanın bugünkü hastalığı için ilâcınız nedir?”

    Hemen cevapladı: “Aptalca şüphe ve güvensizlik değil, akıllıca işbirliği”.

    “Milletler Cemiyeti bir çare mi?” diye devam ettim.

    “Hem evet, hem hayır” dedi Kemal. “Cemiyetin hatası, bazı milletleri yönetmek, diğer milletleri de yönetilmek üzere ayırmış olmasıdır. Wilson’un self-determinasyon fikri, garip şekilde ortadan kalkmış görünüyor”.

    Kemal’e, Türkiye’nin Milletler Cemiyetine girmesine taraftar olup olmadığını sorduğumda, şu cevabı verdi:

    “Şarta bağlı; ancak şu andaki işleyiş şekliyle Cemiyet, bir deneme niteliğini sürdürmektedir”.

    Şunu söylemekle bir sırrı açığa vurmuş olmuyorum ki, Kemal, Alman entrikası yüzünden ülkesine çok pahalıya mal olmuş bulunan Büyük Savaştan çok daha önceleri, istanbul’daki Alman entrikalarına sürekli şekilde karşıydı. Almanlarla ilgili herşeye karşı şiddetli muhalefeti yüzünden, savaş sırasında hükümetin kontrolünü Talât Paşa ile paylaşan Enver Paşa, onu ordu hizmetinde harcayıp kurtulmaya çalışmıştı. Oysa Enver, Kemal’in kariyerini sona erdirecek yerde, ona Türkiye’yi kurtarma ve kendisini millî kahraman yapma fırsatını vermişti.

    Evrensel ilgi çeken bir konuda, Türk kadınının kurtuluşu konusunda Kemal’in kesin fikirleri var. Yalnız peçenin kesinlikle yasaklanmasına taraftar olmakla kalmıyor, kadının kamusal hayatın bir parçası olmasını da istiyor. Bu konudaki görüşleri şöyle:

    “Kadınlarımız, eğitimde ve çalışmada erkeklere eşit olmalı. islamiyetin en eski günlerinden beri, kadın bilginler, yazarlar, hatipler ve bunun gibi okul açıp ders veren kadınlar olmuştur. Hatta islam Dini, kadınlara, kendilerini erkeklerle aynı derecede eğitmelerini emreder. Yunanlılarla olan savaşta Türk kadınları, cephedeki erkeklerin yerine geçerek evlerinde her türlü işi yapmış, hattâ ordunun ikmal ve mühimmat taşınması işini üstlenmişlerdir. Bu, gerçek bir sosyolojik prensibin, yani toplumu daha iyi ve daha güçlü kılmak için kadınların erkeklerle işbirliği etmesi gerektiği prensibinin bir sonucu olmuştur.

    Türkiye’de kadınların hayatlarını tembellik ve aylaklık içinde geçirdikleri sanılmaktadır. Bu bir iftiradır. Büyük şehirler hariç, Türkiye’nin tümünde kadınlar, erkeklerle yanyana tarlalarda çalışmakta ve genel olarak millî çalışmaya katılmaktadırlar. Sadece büyük şehirlerde Türk kadınları kocalarınca kapatılmaktadır. Bu da, kadınlarımızın, dinin emrettiğinden daha fazla örtünüp kapanmalarından ileri gelmektedir. Gelenek, bu noktada fazla ileri gitmiştir.”

    Bütün mülakat sırasında, sözlerini vurgulamak için öne doğru eğildiği iki an dışında Kemal, koltuğunda dimdik oturmuş ve sürekli olarak sigara içmişti. Bu taş gibi hatlarda en ufak bir yumuşama belirtisinin görüldüğü tek an, konuşmanın sonunda az çok kişisel nitelikte meseleleri tartışmaya başladığımız zamandı; kendisine, evlenmemiş olduğumu, çünkü çok seyahat ettiğimi ve hiçbir kadının böyle sonu gelmez bir faaliyete tahammül etmeyeceğini söyledim. Bunun üzerine, “Ben de, ancak son zamanlarda evlendim” dedi.

    Bayan Kemal

    Bu, doğal olarak, bizi Kemal’in hayatındaki romansa götürüyor. Bütün diğer demir adamlar gibi, onun da hassas bir noktası var; Bayan Kemal’e rastlayınca, onun nasıl olup da teslim olduğunu anladım. Tüm hikâyeyi ilk ağızdan ve aşağıdaki şekilde işittim:

    Mülakatın ortasındayken hizmetkâr içeri girdi ve Kemal’in kulağına birşey fısıldadı. Kemal derhal döndü ve gururla “Bayan Kemal geliyor” dedi.

    Birkaç saniye sonra, şimdiye kadar rastladığım en çekici Türk Kadını odaya girdi. Orta boylu, tam doğulu yüzlü ve parlak siyah gözlüydü. Her hareketi zerafetin ta kendisiydi.

    Kemal, beni eşine Türkçe olarak takdim etti. Kendisine Fransızca hitap ettim ve mükemmel bir Ingilizceyle cevap verdi; aslında, ingiliz aksanıyla konuşuyordu. Bunun sebebi de, okul hayatının bir kısmını ingiltere’de geçirmiş olmasıydı. Daha sonra Fransa’da okumuştu. Bayan Kemal hemen masanın yanındaki koltuğa oturdu ve eşiyle karşılıklı görüşmemi ilgiyle izledi.

    Onun gelişinden az sonra Kemal, kabinenin hâlâ toplantı halinde olduğu bitişik odaya çağrıldı; onun yokluğu sırasında Bayan Kemal, bana hayat hikâyesini anlattı; bu, seçkin kocasının daha zahmetli kariyerinin hikâyesini, çekici şekilde tamamlıyordu.

    Daha önce bahsetmiş olduğum gibi, babası, uzun yıllar Türkiye’nin ekonomik başkenti olan izmir’in en zengin tüccarı. Kendi ismi Latife. Buna, Türkçede evli veya bekâr bayan anlamına gelebilecek “hanım” kelimesini eklemek gerek. Böylece, evlenmeden önceki ismi Latife Hanım’dı. Eğer şimdi tam evlilik ismini kullanırsa, Latife Gazi Mustafa Kemal Hanım “olması gerekir.

    Yunan Savaşının ilk günlerinde kâh Paris’te kâh Londra’daydı. 1921 güzünde, o zaman Yunanlıların elinde olan izmir’e geri döndü; Yunanlılar babasını hapsetmişlerdi, daha sonra kendisini de Türk casusu olma iddiasıyla tutukladılar. Kapıda iki Yunan askerinin nöbetçiliğinde kendi evinde göz hapsine mahkûm oldu. Burada üç ay geçirdi.

    Bir gün Yunan nöbetçileri ansızın ortadan kayboldular. Ortada, hızlı çekilişin telâş ve gürültüsü vardı; ertesi sabahın erken saatlerinde muzaffer Türkler izmir’e girdiler. Birkaç gün sonra Kemal de gelip ordularının başında muzafferane izmir’e girdi. Bundan sonrasını Lâtife Hanımın kendi saf kelimeleriyle anlatayım:

    “Mustafa Kemal’le hiç tanışmamış olmakla beraber, onu izmir’deki ikameti sırasında bizim misafirimiz olmaya davet ettim. Cesaretini, vatanseverliğini ve liderliğini takdir ediyordum; davetimizi kabul etti. Memleketimizin yeniden inşası için ortak ideallerimiz olduğunu gördüm; daha sonra başka ortak şeylerimiz olduğunu da keşfettik. Çok geçmemişti ki, dostlarımızdan kırk elli kadarı eve çaya davet edildi. Müftü çağrıldı ve önceden hiçbir haber verme olmaksızın evlendik. Nikâh yüzüğümüzü daha sonra ismet Paşa Lozan’dan getirdi.”

    Bayan Kemal, kocasından samimî takdir duygularıyla söz ediyordu: “O, sadece büyük bir vatansever ve asker değil, aynı zamanda bencilliği olmayan bir liderdir” dedi. “Kurduğu hükümet sistemi, onsuz da işleyebilir. O, kendisi için asla hiçbir şey istemez. Kendi kaderine hâkim Türkiye idealinin yürüyeceğine emin olsaydı, her zaman çekilmeye istekli olurdu.”

    “Ben onun bir çeşit sekreteri görevini görüyorum. Yabancı gazeteleri onun için okuyup tercüme ediyorum; dinlenmek istediği zaman piyano çalıyorum; biyografisini de yazmaya başladım.”

    “Eşinizin eğlenceleri nelerdir?” diye sordum.

    “Müziği sever; okuyacak zaman bulduğu zaman eski çağ tarihiyle meşgul olur” dedi. Sonra ayaklarımızın dibinde yerde sıçrayıp duran üç cilveli köpek yavrusunu göstererek ilâve etti: “Ona bu küçük köpekleri de aldım; onları çok sevdi.”

    Oy Hakkından Önce Eğitim

    Bayan Kemal’in, Türk kadınlarının geleceği konusunda kesin fikirleri var. Halide Hanım gibi o da, kadınların hürriyete kavuşmalarına kuvvetle inanıyor. Bu konuda şunları söyledi:

    “Türk kadınları için eşit haklara inanıyorum; bu, oy verme ve Büyük Millet Meclisine seçilme hakkı demek. Ama şuna da inanıyorum ki, eğitim, oy hakkından ve kamu hizmetinden önce gelmeli. Cahil köylülerin sırtına oy hakkını yüklemek saçma olur. Uzun vâdede, kadınlar için kadınlarca yönetilen okullarımız olmalı. Bunun, yavaş bir süreç olması kaçınılmaz. Peçenin kaldırılmasına taraftarım.

    Kitaplardan konuşmaya başladık. Bayan Kemal’in Longfellow’un büyük hayranı olmasına çok hayret ettim. Hayat ilâhisinin tümünü ezberden okudu. Keats, Shelley ve Byron’u ne kadar iyi bildiğini görmek de, benim için aynı derecede ilginçti.

    Bu esnada Kemal döndü ve mülakatımız, bıraktığımız yerden tekrar başladı. Bitirdiğimizde akşam oluyordu ve gitmek zamanı gelmişti. Gazi’nin Ankara’da ele geçirdiğim bir fotoğrafını yanımda getirmiştim. 1920’nin ilk günlerinde çekilmişti. Baktığında, düşünceli şekilde, “bu bana gençliğimi hatırlatıyor” dedi. Fotoğrafı imzaladı ve isteğim üzerine iki başka resmini daha verdi.

    Veda edildi ve ayrıldım. Gece olmaktayken Ankara’ya geri döndüm; aralıklarla süvari nöbetçilerince selâmlandım, zira karanlıkta Kemal’in güvenlik tedbirleri artırılıyordu; durgun havada borazan sesleri yansırken, güçlü ve hükmedici bir şahsiyetle, insanlar arasında eşi olmayan bir liderle tanışmış olduğumu idrak ettim.

    Bundan sonra yapılması gereken şey, Kemal’in şu ana kadarki hayli kısa ve dolu hayatını anlatmak. O, bir küçük devlet memurunun oğlu ve kırküç yıl önce o zaman Türk Bayrağı altında olan Selanik’te doğmuş.

    Kemal’in kaderinde ordu vardı; yaşı gelince, Manastır’daki askerî okula girdi. Orduda iken çalışma arkadaşlarını, askerliğe karşı duyduğu gerçek aşkla etkiledi. Şimdi olduğu gibi, o zaman da bir milliyetçiydi. O günlerde bu, sapık bir düşünce sayılıyordu; çünkü Türkiye, din ve devletin kontrolünü saltanatta birleştiren çürümüş bir yönetimin pençesindeydi. Başka bir deyişle, sultan sadece hükümdar değil, aynı zamanda ulu halife olarak dinin de savunucusuydu.

    Kemal’in eski askerlik günlerinden bir arkadaşının bana istanbul’da söylediğine göre, 1908 ihtilâlini ve 1909 karşı ihtilâlini yapmış olan ve Enver Paşa’nm egemenliğinde bulunan ittihat ve Terakki Cemiyeti iktidarının zirvesindeyken, Türkiye’nin gelecekteki kurtarıcısı şunları söylemişti: “Bu politikacılar başarısız kalmaya mahkûmdurlar; çünkü ülkeyi değil, bir sınıfı temsil ediyorlar. Sadece siyasî saiklerle hareket ediyorlar. Birgün Türkiye’nin kurtuluşuna yardım edeceğim.” Napolyon gibi o da, kendisinin kaderin gönderdiği bir insan olduğuna inanıyordu; sonraki başarıları da bu eski inancını doğrulamıştı.

    Kemal Çanakkale’de

    Türkiye’de zeki subayların siyasetteki istikballerinin parlak olduğu bir dönemde Kemal’in mesleğine bağlı kalmış olması da ilginçtir. Trablus’ta italyanlara karşı savaşmakla birlikte, orduda isim yapmaya başlaması, ancak Dünya Savaşıyla olmuştur.

    Almanlara antipatisi dolayısıyla, şüphesiz, Türkiye’nin mihver devletleri yanında savaşa girmesine karşıydı. Bu yüzden derhal Enver Paşa’nın düşmanlığını çekti ve savaş yılları sırasında bu husumet daha da had noktaya ulaştı. Enver onu her yoldan küçümsemeye çalıştıysa da o, işten atılamıyacak derecede iyi bir askerdi. Bir ara, o zamanlar veliaht olan müstakbel Sultan VI. Mehmet’e Almanya’ya yaptığı resmî ziyarette refakat etmek üzere, geçici olarak cepheden ayrıldı.

    Çanakkale savaşları öncesinde Kemal, piyade albayıydı. ingilizlerle Fransızların kötü bahtlı çıkarmalarını yapmalarından önce bile, kendisine Gelibolu’da bir komuta mevkii verilmişti. Kısa zaman sonra tümgeneralliğe yükseltildi -bu ona paşa unvanı kazandırdı- ve 19’uncu Tümenin komutasını üstlendi. Liman Von Sanders gözden düşdüğünde, yarımadadaki en yüksek rütbeli Türk subaylarından biri oldu.

    Çoğu kimse, Çanakkale Seferinin, büyük ölçüde Kemal’in süratli karar verişi sayesinde başarısızlığa uğratıldığını bilmez. Avustralyalıların Anzak Plajına tarihî saldırılarını yaptıkları gün Kemal, tümenin en iyi alayına Anzak adı verilen Avusturalyalıların saldırmak üzere olduğu tepelerde tam teçhizatlı olarak manevra yapma emrini vermişti. Çıkarmanın yapıldığı ve kıyıdaki Türk birliklerinin yenilgiye uğradığı haberi kendisine ilk ulaştığında, bir yandan da bu hareketin sadece bir aldatmaca olduğu bildiriliyor ve buna karşı sadece bir tabur ayırması isteniyordu.

    Kemal, ateşin niteliğinden ve ilerlemenin yönünden, bunun bir aldatmaca değil, ciddî bir saldırı olduğunu anladı. Teşebbüsü ele alarak derhal, geçit resmindeki her üç tabura, önceden kararlaştırılmış manevralarına girişmelerini emretti. Bunları, ikinci alayın tümü ile, Kemal’in bizzat yerleştirdiği ve yönettiği bir dağ bataryası izledi. Kemal, diğer tümenin komutanı ile daha ihtiyatlı üstlerini de işe sokmuş ve böylece durumu kurtarmıştı.

    Dünya Savaşının sonunda Türkiye bitkin bir haldeydi. ingiliz Donanması Boğazdaydı; Sultan ve danışmanları da, Müttefiklerin elinde oyuncaktı. 1918’de Mondros Mütarekesi imzalanıp Türkler teslim olduğunda Kemal, kahramanca bir mücadeleden sonra Türklerin ardçı kuvvetlerini kurtardığı Filistin’den daha yeni dönmüştü. Bundan sonra, Küçük Asya’da arta kalan Türk kuvvetlerine umumî müfettiş tayin edildi.

    1919 Mayısında Yunanlılar, uzun zamandır göz diktikleri izmir’i işgal ettiler. Bu akılsızca eylem hemen tamamen Lloyd George’un eseriydi ve ingiliz Başbakanı o zaman anlamamışsa da, kendisini iktidardan düşüren olaylar zincirinin ilk halkası buydu.

    Bu olay, nasıl Yunanlıların nihaî felâketinin ve Lloyd George’un nihaî düşüşünün başlangıcını ifade ediyorsa, aynı zamanda da Kemal’in büyük anının geldiğini anlatıyor. Yunanlıların izmir’i işgalleri ve iradelerini vahşice hâkim kılmak istemeleri, sanki Türkiye’deki yeni milliyetçilik ateşini başlatan kıvılcım oldu.

    Uzaklarda Erzurum’un ötesinde Kemal, terhis etmek ve silâhsızlandırmak üzere gönderildiği ordunun kalıntılarıyla beraberdi. izmir ve civarındaki Yunan tecavüzlerinin haberi ve istanbul’da birçok arkadaşlarının ingilizlerce sürülmesinin hikâyesi oraya ulaştığında; hareket zamanının geldiğini anladı. Terhis ve silahsızlandırma yerine, silâh ve gönüllüler için çağrıda bulundu; bunlarla ülkesini mutlaka yokedeceğine inandığı saldırıya karşı direnecekti. Programı Türkiye’nin yabancı hakimiyetinden kurtulması olan bir karşı hükümet örgütlendirmeye başladı. Kendisi hareketin başı ve cephesi olduğundan, taraftarlarına Kemalist denilmeye başlandı. Bu yeni milliyetçi hareketin ilk merkezi, Erzurum’du. Sonra Sivas’a, 1920 başlarında da Ankara’ya nakledildi.

    Bu arada istanbul’daki Padişah hükümeti, Müttefiklerin zoruyla, Kemal’e kesin dönüş emri göndermişti. Bunu reddedince kanun-dışı ilân edilerek ölüme mahkûm edildi. Bu, sadece onun artan şöhretini daha da yaygınlaş tirdi.

    Kemal’in görevi iki yönlüydü: Bir aşama, “Yunanlıları kovma” biçiminde sloganlaşmıştı; diğeri, Milliyetçi Hükümeti geliştirmekti, her iki özlem de gerçekleştirildi. Bunlar, bir yandan askerî liderlik deha ve stratejisini, öte yandan da güçlü ve örgütlendirici devlet adamlığını gerektiriyordu. Kemal, bütün bu gerekli nitelikleri kendisinde toplamıştı.

    Bu iki yıllık savaşın hikâyesini burada anlatacak yerimiz yok: Yunanlıların, Sakarya Nehrine, yani Ankara’nın kırk mil yakınına kadar gelmeleri, Kemal Paşa ve onun kadar zeki olan ismet Paşa (kendisi meslekten bir diplomat değil bir askerdir) tarafından istilâcıların nasıl denize döküldükleri… Bu hikâye çok kez anlatılmıştır.

    Türkiye’nin Yeni Anayasası

    Bizi burada en çok ilgilendiren şey, Ankara’nın güçlük ve rahatsızlıkları içerisinde ve bizimki hariç bütün yabancı eller ona düşmanca kalkmışken Kemal’in kurduğu hükümet sistemidir. Bu, gerçekten, etkileyici bir demokrasi serüvenidir. Teknik bakımdan böyle adlandırılmamakla beraber, pratik açıdan tam anlamıyla bir cumhuriyettir.

    1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisince kabul edilen Millî Misak’a göre Türkler, Amerikan Bağımsızlık Beyannamesinin paralelindedir. Misak, diğer hususlar arasında şunu da ilân etmiştir ki, “hayatımızın ve varolmaya devam edebilmemizin temel şartı, millî ve ekonomik gelişmemizin araçlarını sağlama konusunda, bütün diğer ülkeler gibi, tam bir bağımsızlık ve hürriyete sahip olmamızdır.”

    Yeni Türk Anayasası, Temel Kanun adı verilen kanunda ifadesini bulmaktadır. Bu kanun, milletin egemenliğinin millette olduğunu ve halk tarafından seçilen Büyük Millet Meclisince kullanılacağını belirtmektedir. Savaş ve barış yetkisi, sadece bu meclise aittir. Meclis kendi başkanını kendi seçer (halen Kemal Paşa’nın işgal ettiği mevki); başkan, devletin en yüksek görevlisidir. Daha önce işaret ettiğim gibi, meclis kabine üyelerini de seçer. Türkiye’nin geçmiş tarihini düşündüğünüzde, bu yeniliklerden çok daha önemlisi, din ve devletin mutlak ayrılığıdır. Sultan sorunu bitmiştir.

    Kişisel Nitelikler

    Kemal’in alelade bir insan olmadığını şimdiye kadar anlamış olmanız gerekir. Kişiyi ve yöntemini incelediğinizde, onun hayret verici başarısının gerisinde iki niteliğin yattığını farkedersiniz. Biri, demir bir iradenin emrinde yürüyen şaşmaz bir gaye; öbürü, kamuoyuna karşı derin saygısı. Gerçi halkı ona tapmaktadır ama, o başlangıçtan itibaren attığı her adımda halkına danışmıştır. Bir öneride bulunmak istediği zaman kütlelere gitmekte ve halka görüşünü açıklamaktadır. Büyük Millet Meclisiyle olan ilişkileri de aynı niteliktedir.

    Giyim ve muaşeret âdabı konusunda çok titiz olmasına rağmen, bütün hayatına dolambaçsız bir basitlik hakimdir. ilerleyen Yunanlılara karşı Türklerin son mukavemetini yönetmek için cepheye giderken arkasında bıraktığı tek belge, o zaman Büyük Millet Meclisinin Başkan Vekili olan Dr. Adnan Bey’e yazdığı şu kısa nottu:

    “Büyük Millet Meclisi Başkan Vekiline: Ben cepheye gidiyorum. Yokluğum sırasında işlerimle meşgul olmanızı rica ederim.”

    MUSTAFA KEMAL Büyük Millet Meclisi Başkanı

    Enver Paşa’nın başarısızlığıyla Kemal Paşa’nın başarısını karşılaştırılanız, bunların strateji yönünden ne kadar farklı olduklarını görebilirsiniz. Enver, amacını gerçekleştirmek için dosdoğru gider; bir duvara çarptığı zaman onu yıkmaya çalışırdı. Sonunda yenik düştü. Kemal ise, bir engelle karşılaştığı zaman, onu aşana kadar sabırla bekler; genellikle de amaçlarına ulaşır. Şimdi sözünü ettiğim sabır, askerî kariyerinin zirvesini teşkil eden Sakarya’da ona büyük hizmet etmiştir.

    Şu an için Kemal, halkının neredeyse çılgınca sevgisiyle birlikte, kendi başarı dizisinin onu getirdiği başdöndürücü yükseklikte emniyet içinde bulunuyor. Geçen Ağustosun ondördünde yeniden Büyük Millet Meclisi Başkanlığına seçildi. Ona verilmeyen tek bir oy vardı; o da ismet Paşa’ya verilmişti ve Kemal’in seçkin arkadaşını bu şekilde onore etmiş olduğu sanılıyordu.

    Bu arada, sıkıntıları başlayacaktır. Halen, Müdafaa-i Hukuk Partisi olarak adlandırılan partinin hakimidir (aslında, bu partinin ta kendisidir); şimdi Halk Partisi olan bu partinin karşısında bir muhalefet hemen hemen yok gibidir. Ancak zamanla başka bir kanat mutlaka belirecek ve kaçınılmaz siyasal bölünme ortaya çıkacaktır.

    Daha yakın ödev, bu ateşli ekonomik ve siyasal self-determinasyon formülünü, yeni Türkiye’nin bu Magna Charta’sını, kesin ve pratik realiteye tercüme etmektir. Gürültü, patırtı bitmiş, barış imzalanmıştır. Şimdi savaşın yaralarının sarılması gerekmektedir. Dolayısıyla, Kemal’in millî lider olarak gerçek sınavı, oniki yıllık nerdeyse kesintisiz savaşın getirdiği harabiyetten, düzen ve refah elde edebilmektedir.

    Savaş meydanındaki ve toplum hayatındaki hayret verici başarısını, ekonomik kurtarıcı olarak da tekrarlayıp tekrarlayamıyacağını görmek için beklemek gerekir. Kader onun için ne saklıyorsa saklasın, o çoktan çağının tarihine kendisini büyük harflerle yazmıştır.

    kaynak: atatürk araştırma merkezi dergisi.
    0 ...
  1. henüz yorum girilmemiş
© 2025 uludağ sözlük