Köy, bir gece içinde üne kavuştu. Konferansın yapıldığı rıhtımın yanındaki küçük taş evde halen bir Türk ailesi oturuyor ve çocuklar evi doldurup taşırıyor.
Kırk millik Bursa yolculuğunu, günde iki kere sefer yapan oyuncak trenle yapacak yerde, Bursalı bir tüccarın yeni almış olduğu yepyeni bir Amerikan arabasıyla seyahat ettik; gelmesi telgrafla emredilmiş olan bu araba, limanda bizi bekliyordu. Tepeler, zeytin ağacı yığınlarından görünmüyordu; vadilerde ise bol bol tütün ve mısır yetişiyordu. Anadolu köylüsü, tutumlu ve çalışkan bir kişidir; herhalde daha Yunan askerî araçları gözden kaybolurken, yeniden inşa faaliyetine başlanmış olmalıdır.
Müezzinler minarelerden akşam namazı çağrısını yapmazdan çok önce Bursaya, hâlâ ticarî önemini koruyan Türkiyenin eski başkentine vardım. Gece Hotel dAnatolieye indik; orada istanbula dönerken tekrar konaklayacağım güne kadar rahata ve lüksün her türlüsüne veda ettim.
Bu otel, Anadolunun ünlü kurumlarından biri. Sahibi, en az otelin kendisi kadar seçkin bir kişi olan Madam Brotte. Küçük şelâlenin şarkılı akışını dinlediğimiz güzel bahçesinde, hâlâ Fransız köylülerinin beyaz kepini giyen bu garip yaşlı hanım, hikâyesini bana anlattı. Fransanın Lyon şehrinde seksendört yıl önce doğmuş ve yirmibir yaşındayken bir ipek uzmanı olan babasıyla birlikte Anadoluya gelmişti. Bursa, Fransızlarca kurulmuş ve halen de büyük ölçüde işletilmekte bulunan Türk ipek endüstrisinin merkezidir. Madam, gelişinden az sonra otelin sahibiyle evlenmiş ve onun ölümünden sonra işletmeyi üstlenmişti. Savaşlar, çekilmeler, yıkımlar, üzerinde etkisini bırakmıştı ama, vakarlı tavrını korumaktaydı. Türkiyede o kadar uzun zamandır yaşıyordu ki, Fransızcasına Türkçe kelimeler karıştırıyordu. Bu güzel kokulu çevrede onun konuşmalarını dinleyip, sunduğu mükemmel yemeği hatırladıkça, Fransada değil Anadoluda olduğumu idrak etmekte güçlük çekiyordum.
Şunu da ekleyeyim ki, alkol bakımından Anadolu, kupkurudur. Madamın bir üzüntüsü, Türklerin şarap mahzenini mühürlemiş olmalarıydı; bu mühürlerin ne zaman kaldırılacağını bir Allah bir de Ankara bilirdi. Anadoluda geçirdiğim sekiz gün içinde tek damla içki görmediğimi belirtmeye değer. Dünyada içki yasağının içkiyi gerçekten yasaklar göründüğü belki tek yer burası. istanbul ise, daha sonra anlatılacak başka bir hikâye.
Madam Brottede sömürge yayılmasının başka bir kanıtını gördüm. Dünyayı, özellikle uzak ülkeleri dolaşırken şunun farkına varırsınız ki, belli ırklar, yabancı topraklara yerleştiklerinde belli kuralları izlerler. Bir ingilizin ilk yaptığı şey bir banka kurmaktır. ispanyol mutlaka bir kilise yapar, Fransız da bir kahve açar. Anadoluda da durum böyledir.
Ertesi sabah samimî ihtiyar Fransız hanımefendiye biraz üzüntüyle veda ettim. Bizi Mudanyadan getiren otomobille Karaköye bütün gün sürecek olan yolculuğa başladık. Bursanın eteklerinde Yunan felâketinin ilk gözle görülür işaretlerini gördüm. Yol kenarlarında terkedilmiş yüzlerce kamyon -Yunanlıların zorakî hediyeleri- vardı. Türkler bunları kaldırmak veya kurtarmak zahmetine bile girmemişlerdi. Kırlara açıldıkça, yıkılmış çiftlik evleri her tarafta göze çarpıyordu. Yunanlıların Ankarayı zaptedeceğine içtenlikle inandıkları saldırı sırasında tüm köyler baştan aşağı yokedilmişti. Oysa, ilerlediklerinden çok daha hızlı olarak geri döndüler.
Kağnı Yolculuğu
Gerçek Anadoludaydık. Ses güzelliği bakımından ancak Mezopotamya ile yanşan bu tatlı isim, güneşin doğduğu yer demektir. Güneş, beşeri ve manevî tüm ileri atılımların hikâyelerinde geçen kişi ve olaylar üzerinde uzun zamandır parlamıştı; çünkü şimdi insanlığın beşiğinin kenarları diyebileceğimiz yerlerden geçiyorduk. Kitab-ı Mukaddes günlerinin muhteşem ve ölümsüz simaları bu ovalarda yürümüşlerdi. iskender ve Pompeyin orduları burada ordugâh kurmuş, ünlü Gordion düğümü burada kesilmişti. Gene zırhlı haçlılar, Kudüse giderken buralardan geçmişlerdi; sağımızdaki ve solumuzdaki yeşil tepelerin arasında Yakın Doğu medeniyeti doğmuştu.
Yerinde olarak Anadolu kağnı senfonisi adı verilmiş şeyle ilk temasım burada oldu. Türk çiftçisinin tek aracı öküz veya manda tarafından çekilen arabaların yağlanmamış tahta tekerleklerinden çıkan bu ses, belki dünyanın en acayip sesi. Tarsuslu Saul çağından bu yana, bu arabaların ne yapım şekli, ne de gürültüsü değişmiş. Gerçi korkunç gürültüyü işittiğinizde insana inanılmaz geliyor ama, yolları dolduran kağnı arabalarının sürücüleri için, yolculuk sırasında uyanık olmak, görgü kurallarına aykırı bir şey. Ancak gıcırtı durduğunda uyanıyorlar. Sessizlik, onların çalar saati. Yunanlılar Güneydeki önemli Türk limanlarını tıkadıkları zaman, Kemalin bütün malzemeleri, Ankaraya kadar iki yüz milden fazla bir mesafede bu arabalarla taşınmıştı.
Yolculuğa devam ettikçe memleket, gitgide Kuzey Fransanın savaştan sonraki görünümünü almaya başladı. Gülle çukurlarında hatmi çiçekleri büyümüştü; her tarafta, bir ev veya köyün kuru, katı harabesi, çevreye gözcülük ediyordu. Yunanlılarla Türklerin kanlı bir savaşa tutuştukları inönü köyünden geçtik; tam güneş batarken de Karaköye vardık; burası, Türkiyenin her tarafında görebileceğiniz, birkaç kahvehaneyle çevrili bir tren istasyonundan ibaretti. Türk ordularının bir birliği yakınlarda çadır kurmuştu. Kahvelerimizi içmeden önce, kağıtlarımızı polis incelemesine sunmamız gerekiyordu.
Bir saat sonra, o sabah Haydarpaşadan kalkmış olan tren vardı. Birinci mevki bir kompartımana kendimizi atarak, Ankara yolculuğumuzun son bölümüne başladık. Geceyarısı, bir zamanlar önemli bir kasaba olan ve Yunanlılarla Türklerin aylarca bir ölüm kalım savaşına tutuştukları Eskişehirde bizi buldu. Türklerin 1921deki çekilişinden sonra, kasaba Yunanlılarca yakılmıştı. Trene binip de sert koltuk -çünkü Türkiyede Pulmanlar bilinmiyor- üzerinde biraz uyumaya çalıştığım anda, Anadoluyu kaşındıran küçük seyyahlarla tanışmaya başladım. Bunlar, insanlara rahatsızlığın ne olduğunu gösteren küçük, inatçı tabiat rehberleridir.
Birkaç saattir etraf gitgide yalçınlaşmıştı. Sallanan mısırları ve şükran dolu yeşillikleriyle bereketli ovalar, çok geride kalmıştı. Durmadan tepelere tırmandıkça, zaman zaman Ankara keçisi sürüleri görüyorduk. Kasvetli, çıplak bir manzaraydı ama, gözle görülebilen bütün arazinin ve daha da ötesinin her santimi için dövüşülmüştü.
Ertesi sabah saat dokuzda, tembelce kıvrılan dar bir ırmağı geçtik. Diğer tarihî nehirlerin çoğu gibi önemsiz görünmekle beraber, bu nehir, Türk şarkılarında ve geleneğinde ölümsüzleşecek. Gelecek tüm yıllarda, pazarlarda rastlayacağınız ilginç hikayeciler, onun kayalık kıyılarında olup bitenlerin destanını anlatacaklar. Bu önemsiz görünüşlü nehir, Yunan taarruzunun zirve noktasını teşkil eden ve Kemal Paşanın ordusunun son bir ümitle gayretini gösterdiği ünlü Sakaryaydı. Nehri geçtiğimiz noktanın pek yakınında, Yunanlılar geri atılmış ve taarruzları kırılmıştı. Fransa için Marne, italya için Piave neyse, yeni Türkiye için de Sakarya odur. O, ümit yıldızının doğduğu noktayı göstermektedir.
Daha ne olduğunu pek anlayamadan, kara bir duman örtüsü, bir şehrin değişmez ileri karakolu, uzakta göründü. Sonra, güneş ışığında dik ve beyaz duran tek tük cami ve minareler gördüm; az sonra Ankaradaydık. Demiryolu istasyonu şehrin eteklerinde olduğundan, kalacağım yere gitmek için, otomobille bir milden fazla yol almam gerekti.
Yolculuğun sıkıntılarına rağmen, trenden indiğimde bir çeşit heyecana kapıldığımı itiraf etmeliyim. Nihayet, belki de medeniyet tarihinde emsali olmayan bir başkentteydim. Önce Erzurumda, sonra Sivastaki geçici konaklamalardan sonra Kemalistler, hükümetlerini, Anadolu demiryolunun bir yol başındaki bu bakımsız, harap, yarı yanmış köyde kurmuşlardı. Ankara, tarihsel ilişkilerden yoksun değildi; bir defa haçlılar burada konakladıkları gibi, korkunç Timurlenk de ünlü bir savaşta Sultan Bayezidi yenip esir alarak Doğuya götürmüştü.
Ankara, Garip Başkent
Nerdeyse bir gecede nüfus, onbinden altmışbine çıkmıştı. Türk parlâmentosuna verilen adla Büyük Millet Meclisinin doğusuyla birlikte, kabine, hükümetin bütün üyeleri ve millî yönetimine katılan pek çok insan gelmişti. Yunanlıların geçen yıl yenilgiye uğratılışına kadar Ankara, aynı zamanda Türk Ordusunun genel karargâhı ve başlıca ikmal üssüydü.
O zaman da, şimdi de Ankara, her Avrupa elçiliğinde geleceğine ilgi duyulan bir devletin başkentinden çok, ilk zenginlik dalgasını yaşamakta olan bir Batı madencilik kasabasına benziyordu. Her ev, hattâ oturulabilecek her delik, insanlarla dolup taşıyordu. Amerikan konsolosu Imbrie, bir yıl, hükümetin kendisine tahsis ettiği bir yük vagonunda oturmak zorunda kalmış; üstelik, bu uyduruk evi elinden kaçırmamak için bütün gücüyle uğraşmaya mecbur olmuştu. Dükkânlar ilkeldi ve bir Avrupalının gidebileceği gibi sadece iki restoran vardı.
Bildiğimiz anlamda otel yoktu. Otele en yakın şey, Türkçe anlamı ev olan, sözde handı. Yolcuların konakladığı ortalama bir Türk köy hanı, ortada avlusu olan beyaz badanalı bir yapıdan ibarettir; kervan sürücüleri, geceleri, katırlarını veya develerini bu avluya bağlayıp yukarı katta yerde yatarlar. Hanın kendine özgü bir havası ve gözle daha iyi görülebilir başka şeyleri vardır.
Eğer yeni Türk hareketine can veren vatanseverlik duygusu hakkında şüpheniz varsa, Ankaraya gitmeniz bunu dağıtmaya yeter. Tasvir edilmesi hemen hemen imkânsız bir konforsuzluğun içinde, çoğu bir zamanlar Londra, Paris, Berlin, Roma veya Viyanamn lüks ve rahatlığında yaşamış eski elçiler olan yüksek memurların, sabırla günlük görevlerini yapmakta olduklarını görürsünüz.
Neyse ki ben, Ankaraya gelen her ziyaretçinin kaderi olan bu maddî konforsuzluğa karşı bir tür sigortalanmıştım. Kemalin konutundan sonra, oturulmaya elverişli hemen tek yer, Yakın Doğu Yardım Misyonu mensuplarının kullanımı için yenilenmiş, son zamanlarda da Chester imtiyazı temsilcilerine satın alınmış binaydı. istanbuldan ayrılmadan önce, burada kalmak için izin almıştım ki, bu birçok yönden Allahın bir lûtfuydu. Bir mucize kabilinden, fakat daha önemlisi, yerleri ovdurup yatakları havalandırttığım üç yaşlı Ermeni hizmetkâr sayesinde, haşerat tozuna ihtiyacım olmadı. Gerçekte, bunları beraberimde istanbula geri getirdim ve daha çekici başka mallarla değiştirdim.
Chester imtiyazından söz ederken, Ankarada daha yarım gün geçirir geçirmez içime doğan şu çarpıcı gerçeği hatırlıyorum. En fakir kundura boyacısına varıncaya kadar herkes, sadece bu imtiyaz hakkında bilgi sahibi olmakla kalmıyor, aynı zamanda onu, Türkiyenin gelişmesi ve zenginleşmesi için şaşmaz bir ilâç sayıyor. Bir Türk köylüsüne bu imtiyazı sorun; size bunun, gelecek ay çiftliğinin kenarından bir demiryolu geçmesi demek olduğunu söyler. Chester imtiyazcılarının, bir ekonomik dönüşümü gerçekleştirebilecekleri yolunda, körcesine ve âdeta insanın içine dokunan bir inanç var. Türkiyenin her tarafında olduğu gibi Ankarada da, Amerikalının şu anda en makbul yabancı oluşunun bir nedeni bu. Ancak Chester sorununun tümü, daha sonraki bir makalede ele alınacak.
Tercihin Sebepleri
Şimdiye kadar kendinize şu soruyu sormuş olmanız gerekir: Niçin Türkler, bu bakımsız kasabayı başkentleri olarak seçmişler? Cevap ilginç. ilki, savunma düşüncesi. Ankara, denizden iki yüz küsur mil uzaklıkta ve Yunanlıların ıstırapla keşfettikleri gibi, her istilâcı ordu ülkede yaşamak zorunda. Anî bir saldırı halinde bile, kaçış yolu sağlayan vahşi ve sarp geri bölgeleri var. Ama bu, sadece dış sebep.
Eğer konuştuğunuz Türk samimîyse, bu tecridin gerçek amacının, belki de hükümet personelini dalaverelerden uzak tutmak olduğunu söyleyecektir. istanbulda memur, gayrımeşru resmî işlemlerin alışılagelmiş oyun alanındadır. Milliyetçi Hükümet, bu geçiş döneminde işi şansa bırakmıyor. Ankarayı seçen Kemal Paşa; bu tercihi, onun takdir gücü hakkında fikir veriyor.
Ankaranın ana caddesi, kaldırmışız, düzensiz bir sokak; yakıcı güneş, sokağın bitmek bilmez toz ve gürültüsü üzerinde parlıyor. Bir ucunda, üzerinde beyaz yıldız ve hilâliyle kırmızı Türk bayrağı dalgalanan alçak, sıvalı bir bina var. Kemalin kişiliğinden sonra, Türk Hükümetinin ruhu sayılabilecek olan şey, burada yer alıyor. Büyük Millet Meclisinin çalışma yeri burası. Kemal Paşa burada Başkan seçilmiş, Lozan Andlaşması burada onaylanmış.
Büyük Millet Meclisinin bütün parlâmentolar arasında bir eşi yok; şu nedenle ki, aynı zamanda milletin yürütme gücünün de başı olan kendi başkanını seçmekle kalmıyor, fakat başbakan da dahil olmak üzere, hükümetin bütün üyelerini de seçiyor. Bu usûle göre bir hükümet, ingiltere veya Fransada olduğu gibi, başbakan güvenoyu alamadığı zaman düşmez. Eğer bir vekil istenmiyorsa, yasama organınca görevden alınır, yerine bir yenisi seçilir ve hükümet işleri, kesintiye uğramaksızın devam eder. Meclis üyeleri, şüphesiz, halk tarafından seçilmişlerdir.
Bütün bunlar, konuya giriş niteliğinde. Artık Kemalin sahasındaydım ve şimdi işim onu görmekti. Bir Çarşamba günü öğle vakti Ankaraya varmış ve hemen Reşat Beyi, kendisine Amiral Bristoldan bir takdim mektubu getirdiğim Başvekil Rauf Beye göndermiştim. Lozandaki kriz nedeniyle kabine, hemen sürekli toplantı halindeydi ve onu ancak ertesi sabah saat dokuzda görebildim.
Sıvalı, küçük, yetersiz döşenmiş, fakat baş sakininin kişiliği sayesinde canlı bir bina olan Hariciye Vekâletinde kendisiyle üç saat geçirdim. Denizci bir Başbakan olan Rauf Bey -kendisi Türk Donanmasında amiraldi- bir denizcinin samimî, açıksözlü, sağlam tavırlarını taşıyordu. Üstelik, kabinenin ingilizce bilen tek üyesiydi; bana, 1903te Beyaz Sarayda Roosevelti ziyaret ettiğini söyledi. ingilizlerin 1920de Maltaya sürdükleri ileri gelen Türklerden biriydi. Bana söylediğine göre sürgündeki tek tesellisi, denizci arkadaşlarından arasıra kendisine ulaşan Saturday Evening Posttu. Bu dergileri o kadar etraflı okumuştu ki, onlardan uzun alıntılar yapıyordu. Benim General Smuts hakkındaki bir makalemle özellikle ilgilenmişti; Smutsun self-determinasyonla ilgili düşünceleri, yeni Türk politikasının şekillenmesine yardımcı olmuştu.
Ertesi gün öğleden sonra saat beşte Kemal Paşayı evinde görmek üzere randevuyu bana Rauf Bey aldı. ilk plâna göre, orada o akşam ikimiz birlikte yemek yiyecektik. Daha sonra bu değişmiş, çünkü Rauf Beyin sözleriyle Gazinin kayınları kendisine misafir, ev kalabalık. Kayınlar (in-laws) deyimini kullanmasından, Rauf Beyin Batı deyimlerine ne kadar çabuk adapte olduğunu görebilirsiniz.
Başvekilin Gaziden söz etmesini açıklamak gerek. Genellikle Ankara halkı, Kemalden Paşa olarak söz eder. Okumuş Türkler ise, onun için daima, daha sonraki unvanı olan Gazi unvanını kullanırlar; Meclisin oyuyla verilmiş olan bu unvan, Türkçede fatih anlamına geliyor. Fatih Mehmetin istanbul kapılarını çökertip Boğazda islâmiyet çağını açtığı o tarihî 1453 gününden bu yana, bu azametli unvan, sadece üç kişiye verilmiş. Biri, Plevne kahramanı Topal Osman Paşa; ikincisi, 90ların sonlarına doğru Yunanlıları hezimete uğratan Muhtar Paşa; üçüncüsü de, Mustafa Kemal.
Ayın onüçü Cuma günüyle birlikte, Kemalle uzun zamandır beklediğim mülakat da geldi. Kendisi, Ankaradan yaklaşık beş mil ötede bir çeşit yazlık yeri olan Çankayada, Türklerin villâ dedikleri bir köşkte oturuyordu. Ankarada otomobil az olduğu için, bir nakliye aracıyla gitmek zorunda kaldım. Reşat Bey de benimle geldi ama, Kemalle konuşmamızda hazır bulunmadı.
Gazinin Konutu
Kemalin konutuna yaklaştıkça askerlere rastlamaya başladık; ilerledikçe, bunların sayıları arttı. Bu askerler, Kemalin hayatını korumak için alınan birçok tedbirlerden biriydi; çünkü kendisi, her an kızgın bir Yunanlı veya Ermeni tarafından öldürülme tehlikesindeydi. Onu öldürmek için birkaç teşebbüste de bulunulmuş, bir seferinde yanındaki bir Türk subayı, suikastçı tarafından ağır yaralanmıştı.
Az sonra, yeşil bir tepe üzerinde, düzenli bir bahçe ve badem ağaçlarıyla çevrili, cephesi kırmızı, güzel bir beyaz taş bina göründü. Sağda daha küçük bir taş evcik vardı. Daha önce buraya gelmiş olan Reşat Bey, bunun Türk milletince Kemale hediye edilmiş ev olduğunu söyledi. O söylemeseydi de, nöbetçilerin sıklaşmasından bunu anlayabilirdim. Giriş kapısına vardığımızda bir çavuş bizi durdurup ne işimiz olduğunu sordu. Reşat Bey, adama, Gazi ile randevum olduğunu söyledi; o da, kartımı alıp içeri götürdü.
Çavuş birkaç dakika sonra dönerek bizi beraberinde küçük taş evciğe götürdü; Kemal burayı kabul odası olarak kullanıyordu. Burada, Gazinin kayınpederi olan Muammer Uşakî Beyi gördüm; kendisi, izmirin en zengin tüccarı, aynı zamanda New York ve New Orleans pamuk borsalarının ilk Türk üyesiydi. Amerikayı sık sık ziyaret etmiş olduğundan ingilizce biliyordu. Kemalin kabine toplantısında olduğunu ve beni az sonra göreceğini söyledi.
Kemalin Çelik Gözleri
Tam Muammer Beyle Türkiyenin ekonomik geleceği hakkında bir tartışmaya başlamıştım ki, Kemalin yaveri, hâkî üniformalı, iyi giyimli genç bir teğmen içeri girerek, Gazinin beni görmeye hazır olduğunu söyledi. Onunla birlikte küçük bir avludan ve dar bir geçitten geçtik ve kendimi esas konutun kabul salonunda buldum. En makbul Avrupa stilinde döşenmişti. Bir köşede bir kuyruklu piyano vardı; onun karşısında, birçok ciltleri Fransızca bir sıra, dolu kitap rafı bulunuyordu; duvarlarda da başka hediye kılıçlar asılıydı.
Bitişik odada, geniş yuvarlak bir masa etrafında oturmuş, hızlı hızlı konuşan bir grup insan görüyordum. Bu, toplantı halindeki Türk kabinesiydi ve Lozandan gelen son telgrafları tartışıyorlardı; Hariciye Vekili ve kabinenin orada bulunmayan tek üyesi olan ismet Paşa, bir gün önce, Chester imtiyazı ve Türk dış borçları hakkındaki Türk ültimatomunu vermişti. Ekonomik savaşın akıbeti, havadaydı.
Ben yaklaşınca Rauf Bey dışarı çıktı ve beni kabinenin toplandığı odaya götürdü. Grupla kısa bir tanışma oldu. Ama benim gözlerim tek bir kişinin üzerindeydi. O da, masanın başındaki yerinden kalkıp elini uzatarak bana doğru gelen uzun boylu kişiydi. Kemalin sayısız resimlerini görmüş olduğumdan, görünüşüne aşinaydım. O, insanlara ve meclislere hâkim olacak tipteydi: Bir defa, hemen hemen 1.80lik boyu, mükemmel göğsü, omuzları ve askerce tavrıyla insanı etkileyen fizik yapısıyla; sonra, bir insanda gördüğüm -ki ben, merhum J.P. Morgan, Kitchener ve Fochla görüşmüştüm- en dikkate değer gözlerin esrarengiz kudretiyle. Kemalin gözleri, çelik mavisi, sert, taş gibi, affetmez olduğu kadar nüfuz ediciydi.
Pek az kişi, Kemali gülerken görmüştür. Kendisiyle geçirdiğim ikibuçuk saat içinde hatları, ancak bir defa bir parça gevşer gibi oldu. Demir maskeli bir adama benziyordu; maske de, onun tabiî yüzüydü.
Onu üniformalı göreceğimi zannediyordum. Oysa, çizgili gri pantolon ve rugan ayakkabılarla siyah bir jaketataydan oluşan çok şık bir kıyafet içersindeydi. Kanat yaka ve mavili sarılı bir kravat taşıyordu.
Rauf Bey, kabine odasında beni Kemale takdim etti. Mûtad selamlaşmaları Fransızca olarak teati ettikten sonra, şöyle dedi: Belki, konuşmak için bitişik odaya geçip, kabineyi tartışmalarıyla başbaşa bıraksak daha iyi olur. Bunları söylerken bitişik salonu gösterdi. Rauf Bey sağımda, Kemal solumda, küçük bir masaya oturduk. Efendisinden daha az şık olmayan bir erkek hizmetkâr her zamanki gibi koyu Türk kahvelerini ve sigaraları getirdi. Mülakat başladı.
Gazi, Fransızca ve Almanca bilmekle beraber, bir tercüman aracılığıyla Türkçe konuşmayı tercih ediyordu. Ben, gene sözde Fransızcamla, onunla tanışmaktan duyduğum büyük memnuniyeti ifade ettikten sonra, Rauf Bey araya girerek, büyük adamın kendi diliyle konuşmasının belki en iyisi olacağını söyledi. Bunda mutabık kalındı ve o andan itibaren Başvekil, tercümanlık yaptı.
Kemal, nasılsa, benim Ankara yolculuğumun başına gelen güçlükleri ve gecikmeleri işitmişti. Ankara gibi bir yerde yönetimin etrafını saran güçlükler içinde böyle şeylerin olabileceğini söyleyerek hemen özür diledi. Sonra şunları ekledi: Geldiğinize çok memnun oldum. Biz, Amerikalıları Türkiyede görmek istiyoruz; çünkü özlemlerimizi en iyi onlar anlayabilirler.
Sonra, dobra dobra, kısa ve açık ifadesiyle, adetâ emir veren bir subay gibi, sordu: Size ne söylememi istiyorsunuz?
ilkin diye cevap verdim, bana, Amerikan halkı için bir mesaj verebilir misiniz?
Bu, metodik bir soruydu; çünkü onun Amerikalılara karşı dostça duyguları olduğunu ve böyle bir sorunun, konuşmanın akışını serbestleştireceğini biliyordum. Bu, az konuşan kişilerle mülakat yaparken kullandığım ve konuşma dalgaları doğurmakta nadiren başarısız kalan bir manevraydı.