"...muhammedi gülleri yılda yedi kez açar, şaşakalırsın cesaretine; bir bakarsın zemherinin ortasında goncalanmış, çille imiş, peçe imiş; hiç tınmamış, ayaz imiş don yermiş umursamamış, dalında gonca iken kırılıp kuruyacakmış hiç korkmamış, şaşakalırsın cesaretine nasıl mağrur nasıl coşkuludur tabiata kafa tutarken, kar buz çöker de üzerine vazgeçmez goncalanmaktan, az rastlanır bir tutkuyla var eder muhammedi gülleri kendini bıkmadan usanmadan..."
nasıl bir çiçektir bilmeseniz, adını hiç duymamış, hiç görmemiş, elinize alıp koklamamış olsanız da onları betimleyen bu güzel anlatımdan sonra 'muhammedi gülleri'ne hayranlık duymamanız elde midir? onun azmine, coşkusuna özenmemeniz, doğaya kafa tutuşunu takdir etmemeniz mümkün müdür?
belli ki yazar, bu güllerin üzerine kurgulayacak öyküsünü. var yeteneğini ortaya koyup adeta yürekleri kabartan bir girizgahla tüm övgüye değer niteliklerini bir bir tanımlayarak, uğrunda mücadele verilmeye değer varlıklar olarak okuyucu gözünde yüceltiyor onları.
ve ne denli sıcak... okuyucuyu adeta sarıp-sarmalayan bir samimiyetle yapıyor bunu. yerel tabirleri olabildiğince fazla kullanarak yöreselleştiriyor öyküsünü. genele yaymadan özele, yöresine indirgiyor ve aynı yöreye has anlatımla aidiyetin önemine vurgu yapıyor. kendi dilinin, kültürünün renklerini bir 'siyasi slogan' soğukluğunda değil bir buket çiçek nezaketinde sunuyor okuyucusuna. sanata ve sanatçıya yakışır naiflikte...
- ne güzel! ne hoş!
akilluslu'nun hemen tüm öykülerinde anonim halk hikayeleri tadı var. sanki, bir öykü yazarı değil de bağdadi ses tonuyla masallar anlatan bir masalcı nine bizlere; dizinin dibinde, nefes almadan pürdikkat dinlediğimiz.