bir an için, durum öykülerinin gelmiş geçmiş en büyük üstadı anton çehov'u anımsattı bana yanlış hayat'ı ile ahlaksiz ve sorumsuz. öyle ki, öykü kahramanının yaşadığı ortam, tüm detayları ile usta bir ressamın fırçasından adeta resmedilmiş okuyucu için. sadece ortam mı? hayır! dakika dakika, an be an; düşündükleri, hissettikleri, kendi kendine konuşmaları, kendisi ile tartışmaları, ustalıkla kaleme alınmış.
"...hüseyin aynanın tam karşısında oturmuş durumdaydı şimdi, şakağında içi dolu ikinci el adi bir silah vardı ve mütemadiyen elleri titriyordu. görüntüsüne son bir kez baktı, gözlerindeki duyguyu tanımaya çalıştı; korku mu endişe mi yoksa adını bilemediği bir başka duygu mu? adını koyamadı. günlerini düşündü, birbirinin kopyası günlerini, geçip giden zamanı düşündü ne duruyorsun? çeksene artık tetiği! yapamadı. biraz daha zaman. bir sigara... sigara paketi orada duruyordu, içinde altı tane sigara kalmıştı. en azından şu paketi bitireyim. masanın üzerine, odanın her tarafına saçılmış kağıtlara baktı. bir türlü tamamlayamadığı öyküler, bir türlü yayımlatamadığı öyküler... her taraf öykülerle doluydu. bir uzun gece başlıyordu, gün henüz dönmüştü. günlerden neydi? -boşversene çek hadi şu tetiği! sigaram, önce sigaramı bitireyim. -yine vazgeçeceksin. vazgeçmek niyetinde değildi..."
- nasıl ama?
o ortamda bulunmak, olanları görmek, yaşamak ve durumdan kendinizce sonuçlar çıkarmak değil sizden istenen. bir okuyucu olarak kahramanın duyguları, düşünceleri, kendi iç çatışmaları dahil var olan her şeyi görüyor, olan-biteni kulaklarınızla duyuyor, ortamın o ağır ve kasvetli kokusunu ciğerlerinize çekiyorsunuz. sizden istenen; sadece algılarınızı açık tutmak. o kadar...
- ne güzel!
belli ki bu öykü yazılmadan önce yenilmiş, yutulmuş, içselleştirilmiş. olası her detay tek tek irdelenmiş, olgunlaştırılmış ve bir hap gibi size sunulmuş. size yalnızca yutmak kalmış.
- işte! böylesi öyküler, okuyucuda büyük saygı uyandırırlar. bu uyanış, ortaya konan eserin yaratılmasında gösterilen ustalık ve özenle, aslında yazarın kendilerine gösterdiği büyük saygının bir yansımasıdır ki bir öyküden, bu gerçekleşmeden sonra daha ne bekleyebilirsiniz.
"...silahı orada bırakıp ayağa kalktı, rengi solmuş kot pantolonunu giydi, sonra da işyerinde giydiği siyah beyaz çizgili gömleği. cüzdanı pantolonun arka cebindeydi. karnı acıkmıştı, canı bir şeyler içmek istiyordu. dışarıda akıp giden hayatın nasıl bir şey olduğunu anlamak istiyordu, belki de intihardan vazgeçmek istiyordu. kapıya yöneldi, kapının hemen yanında duran vestiyerden paltosunu ve ayakkabısını aldı, paltosunu sırtına, ayakkabısını ayağına geçirdi. kapıyı kilitleyip aşağıya inen merdivenlere yöneldi. aşağıda resepsiyonda hep beraber televizyon izleyen pansiyon müşterilerine ve pansiyonu işleten adama selam verip, kendini nemli tarlabaşı sokaklarına attı..."
-tanımlamalar ne kadar berrak. tümceler ne denli akıcı ve akılda kalıcı kurgulanmış. okuyucu olarak, istimini almış da düz ovada kıvrıla kıvrıla, hiç zorlanmadan, neşe içinde giden bir lokomotif gibisiniz.
derken birden, raylar üzerinde büyücek bir taş beliriyor;
"...hemen ceketinin cebindeki adi sarı plastikten mürekkep adi garson kalemini çıkardı ve komiden biraz peçete istedi..."
- böylesi bir öyküde nasıl da sırıtıyor değil mi? bu lokomotif o taşı ezip geçecektir illaki fakat risk almaya yelteniş neden? 'mürekkep' değil 'mamul' olacak o sözcük zira, mürekkep olabilmesi için iki veya daha çok yapısal bileşeni olması gerek. oysa ki 'adi' ve 'sarı' birer niteliktir, yapısal bileşen değil. sonra, 'adi garson' ifadesinin de bilerek ve isteyerek oraya konduğu kanaatinde değilim ama öyle ise de söyleyecek bir şeyim yok! diyeceğim, bu tümce keşke olmasaydı. nazarlık deyip kendimizi avutalım bari, ne yapalım.
"...kominin getirdiği hesap kağıdına baktı, ödeyemeyeceği miktarda bir hesap gelmişti. uzun zamandır kavga da etmediğini hatırlayarak hesaba itiraz etti. kasadaki adamla bir süre bağrışarak tartıştılar, cebinde olan tüm parayı çıkarıp kasaya fırlattı. kasadaki adam bu harekete iyiden iyiye sinirlenip hüseyin'in yakasına yapıştı. hüseyin, karşılık vermedi, hemen elini ceketinin cebine atıp üç adet peçeteye yazdığı hayatının şiirini sıkıca kavradı ve adama okkalı bir küfür etti. küfürle birlikte burnuna bir kafanın inmesi bir oldu, hüseyin ellerini kullanamamanın da dezavantıjıyla kendini yerde buldu. galiba burnu kırlımıştı, akan kanı durduramıyordu, çevredeki insanların, hem endişeli bir ifadeyle hem de kim ulan bu cuma gecemizi mahveden hıyar. diye bağıran ifadelerini bulanık birer silüet olarak gördü. midesinin bulandığını hissediyordu, bir türlü yerden doğrulamıyordu, birden ağzına dolan bir tükürük ve midesinden yükselen bir öğürtüyle kustu. komiler ve garsonlar kasiyeri zaptetmeye çalışırken kavganın etrafında müşterilerden oluşan çemberden iki kişi hüseyin'i yerden kaldırıp barın dışına bıraktılar, kasadaki adam hala bağıra bağıra küfretmeye devam ediyordu..."
- yüksek çözünürlüğe sahip bir kamerayla çekilmiş film şeridi değil gözlerinizin önündeki; yazarın kaleminden itinayla ve belli bir ahenk içinde dökülen sözcükler sadece...
kuşkusuz örnek bir öykü bu; müşkülpesent bir okuyucuyu dahi mutlu etmenin yollarını öğreten...