post-apocalyptic bir dünyada gibiyim. terkedilmiş anap genel merkezi'ne gidiyorum bir kafileyle. (gerçi postapokaliptik bir dünya olmasına gerek yok anap'ın genel merkezinin terk edilmiş bir mekan olması için ama neyse)
binanın iki katlı bir girişi var ve girişin arkasında da gökdelen gibi bir bina yükselmekte (gerçek anap genel merkezinin aksine, benim rüyamda böyle bir yerdi en azından). binanın boyaları dökülmüş, bazı camlar kırılmış, çevresi otlarla dolmuş. terk edilmiş bir yer. binanın girişinin üst katına çıkıp bir süre dolaşıyoruz, henüz ana binaya girmiyoruz daha. girişin ilk katına inmeye karar veriliyor ama kafilenin indiği yer itfaiye direği gibi olduğundan ben ve iki kişi merdivenlerden inmeyi tercih ediyoruz. merdivenlerdeyken ne oluyorsa ben o iki kişiden de ayrılıyorum ve ana binaya giriyorum bir şekilde.
ana binanın koridorları aynı filmlerdeki gibi dağılmış, duvar kağıtları soyulmuş, her taraf tozlu falan. gayri ihtiyari bir odanın içine giriyorum. noir tarzda bir tuvalet burası. tuvalet, lavabo, dolap tam teçhizatlı ama araç gereçler hep eski. kaliteli, sıfır, ama eski. alman marka bir tıraş makinesi var mesela; prize takınca çalışıyor sadece. traş losyonları var, retro kutularda. bu tarihî ve garip tuvaletten çıkıp koridorun devamındaki bir odaya giriyorum. yine temiz, kaliteli ancak eski tarzda cibinlikli yataklar ve sade duvar kağıtları var.
odanın duvarlarındaki tablolarda nazi kongrelerinden fotoğraflar var. bir yandan da adolf hitler'in coşkulu konuşmaları yankılanıyor odada. odadan çıkmak için kapıya yöneliyorum ancak iki metrelik ve yüzü olmayan (slenderman gibi düşünün) bir nazi subayı beni engelliyor. boğmaya başlıyor beni, uzun bir kavgadan sonra galip çıkıp kaçmaya çalışıyorum odadan, acıyan boğazımı tutarak. odanın kapısı kayboluyor birden.
tam o sırada uyanıyorum, boğazımda müthiş bir acı, yatak odamın kapısı da (hiçbir zaman kapatmamama rağmen) kapalı. iyi altıma etmedim korkudan.