- beni anlayamadın ki cansu, hiçbir zaman. belki de anlasan, en başından anlasan yani, benimle olmazdın hiç.
- neyi anlamamışım ali?
- ben çok şey bir adamım cansu, nasıl denir, böyle çok düz. acayip düz. hiçbir dalgam yok benim.
- yok bunu anlamıştım zaten ali.
- anlasan benimle olmazdın cansu. anlasan böyle beklentiler içinde de olmazdın.
- ben senden ne bekledim ki şimdiye kadar? evet sen normal bir adamdın, ben de bunu biliyordum. konumuz bu değil zaten.
- ben seni seviyorum cansu, elimden gelen bu sadece.
- ya sevmek filan... bırak şimdi ali. geç kaldım, eve gidiyorum ben.
gitti. elimde, içinde üç adet camel soft kalmış sigara paketi, gözlerim cansu'nun benden hızla uzaklaşan düz tabanlı ayakkabılarına dalmış ve tüm vücudum bankın üzerine kakılmış vaziyette kalakaldım.
cansu gidiyordu. yavaş yavaş gidiyordu. uzun zamandır, her buluşmamızda, her telefon görüşmemizde aynı bahaneleri aynı sıralamayla aktarıyordu bana. senelerdir her şey aynı imiş, o böyle olacağını tahmin edemezmiş, ona, kendisini özel hissettirmek için hiçbir şey yapmıyormuşum.
sonumuzu kendi ellerimle hazırlamışım. belki de onu hiç sevmemişim.
peki bunları nereden çıkardın cansu?
her hareketimden belliymiş.
vay anasını.
cansu ki benim en kıymetlim, güzel gözlü sevgilim... yarım akıllı, deli dolu... fakültedeki kızlardan her zaman farklı gördüm onu. bir türlü çok bilmiş ol(a)maması, ahkam kesmeyi becerememesi, o küçük, masum dünyası... renk katıyordu bana.
mahallemizin kızıydı. ilk elele tutuştuğumuzda mahallenin bitimindeki çıkmaz sokaktaydık ve ilk defa yine o sokakta öpmüştüm onu bundan seneler önce. ben üniversiteye yeni başlamıştım o da süpermarketteki işine.
zerre miktar büyüklük taslamamama rağmen, üniversite okuduğum için beni kendisinden hep bir adım önde gördü. mektuplarının sonunda yazdığı "seni herkezden çok seviyorum" cümlesindeki o mide kaldıran yazım yanlışına, her daim bitişik yazdığı dahi anlamındaki -de'ye ve soru eklerine de takılmadım. o benim masum kelebeğim idi. çok da güzeldi.
aramızdaki tüm farklılıklar vız gelir, tırs giderdi.
***
yıllar geçtikçe daha da bağlandık birbirimize. kitap okuma alışkanlığı edindi sayemde. onu arkadaşlarımla tanıştırdım. başta hepsini kasıntı tipler olarak görse de zamanla ısındı. kız arkadaşlarımdan her daim nefret etti. ben de zaten tüm kızlarla arama koca mesafeler koydum.
üniversiteli kızlar, kendilerini bir şey sanıyorlarmış.
üniversiteli kızların, onun tırnağı olamayacağını söyledim ona her defasında. isterlerse atomu parçalasınlar, cansu'mun yanında esameleri okunmazdı.
zaman zaman aklımı çelen kızlara da bir şekilde karşı koydum. güzel kızlara karşı koymak sanıldığı kadar zor değil ama; hem zeki hem güzel kızlar bence dünya üzerinde bulunan en kompleks ve tehlikeli organizmalar.
velhasıl, onu hiç aldatmadım.
***
okulumun bitmesine bir sene kala, cansu muhteşem hayaller kurmaya başlamıştı. bir sene sonra sözlenip, bir sonraki sene evlenecektik. sevimli bir evimiz olacaktı. kocaman bir kitaplık yaptıracaktık ki bu dileğine hem sevinmiş hem de epey şaşırmıştım.
işler planlandığı gibi gitmedi tabi. aynı sene babamı kaybettim, erkek kardeşim trafik kazası, annem anjiyo operasyonu geçirdi. uğradığımız bu maddi ve manevi yıkım ezip geçmişti bizleri. öyle takatsiz kaldım ki, okulum bir sene uzadı. biter bitmez iş bulamadım, sonunda bir iş buldum ama ne yazık ki ücreti ne beni, ne ailemi ne de cansu'yu pek tatmin edemiyordu.
- ya ali, allah aşkına o kadar üniversite okudun. benden yüz elli lira fazla alacaksan niye yordun ki bunca yıl kendini?
- yeni mezunum cansu. kaç lira vermelerini bekliyordun acaba?
- ay ne bileyim! ben iki buçuk filan alırsın sanıyordum. aynı maaşı alıyoruz neredeyse.
- iki buçuk mu! tamam cansu, boşuna okudum ben. tamam bu konuyu kapa allah aşkına.
---
insanlar garip.
en sevdiklerin bile, eğer canını yakmaya niyetlendilerse, bir zaafını bulup oradan yüklenirler sana. anladığım kadarıyla bundan ince de bir zevk alırlar.
yaranamadım.
ne cansu'ya, ne aileme.
-
"madem sözlenmiyoruz, o zaman yüzük tak bana." demişti, şaka ile karışık. "tek taş olsun ama."
allem edip kullem edip paramı birleştirdim. pırlanta olmasa bile bir tek taş taktım parmağına.
yine yüzünü güldüremedim.
*
ve kavgalarımızın birinde, asla başına kakmak istemediğim halde dayanamayıp lafını yaptım yüzüğün;
" yüzük de aldım sana cansu, neden mutlu değilsin hala?"
dik dik yüzüme baktı;
- inanamıyorum sana! yüzük aldın ve sorunlar bitti yani, öyle mi ali?
- sorun ne ki cansu?
- hiçbir şeyin değişmemesi.
- ne değişmeli?
- of ali of! anlamıyorsun.
bu kadardı. konuşmalarımız bu kadar sürüyordu artık. tartışmak, tartışabilmek iyi bir şeymiş meğer. tartışamıyorduk ve bu canımı yakıyordu.
benden bir şeyler bekliyordu ve beklenti içinde olan her insan gibi mutsuzdu. mutlu olabilme ihtimali belirli koşulların gerçekleşmesine bağlı olan insanlar asla gerçek anlamıyla mutlu olamazlar.
ah benim minik kuşum, nasıl bir gaflete düşmüştü! halbuki mutlu olmayı en çok hakeden o'ydu.
*************
son görüşmemizden sonra iki hafta hiç konuşmadık. ne o aradı, ne ben en ufak bir girişimde bulundum. marketin önünden bile geçmedim.
belki de fazla boğuyordum onu. beni özlemesi için fırsat vermeliydim?!
iki hafta sonunda buluşmak istedi benimle. parkta.
gözlerinin içinde keder vardı cansu'mun. aylardır ilk defa bir duygu kırıntısına rastlamıştım onda.
doğrudan mevzuya girdi.
ayrılmak istiyordu. artık yapamıyormuş. beni suçlamayacakmış, belki de suçlu olan ben değilmişim, bilmiyormuş, kafası karışıkmış. enişteleri memleketlerinde market açmış, onu da çalışması için çağırmışlar, yabancı yerde çalışmasından iyiymiş, bir ay sonra memleketine gidecek, çalışacak, biraz da dinlenecekmiş. o gidene kadar onu asla aramamalıymışım, zaten bu kararı kolay almamışmış, gittikten sonra arasam da farketmezmiş. böylesi ikimiz için de en iyisiymiş.
hakkımı helal edecekmişim, onun ki helal olsunmuş.
gitti.
kafasında tasarladığı tüm konuşmayı bir çırpıda gerçekleştirdi ve gitti. acılı görünse de gayet kendinden emindi. bana bir fırsat bırakmadı. şaşkın değildim açıkçası. feci derecede acı çekiyordum, bunun dışında pek bir sorunum yoktu. etlerimi kesiyorlardı sanki.
planlar yapmıştı. yol çizmişti kendine. garipti. ben dımdızlak kalmışken onun alternatifleri vardı. yıllar önce bir kitapta okuduğum gibiydi belki de olay; hiçbir kadın alternatiflerini belirlemeden terk etmezdi.
kaza geçirmiş gibiydim. yüz seksen kilometre hızla giden bir arabadan bir kaza sonucu fırlamış gibi değil de, düz yolda azami sınırı aşmadan ilerleyen bir arabaya, arabadan ittirileceğimi bile bile binmiş gibi. zaten benim gibi aşırı makul, asgari özelliklerde bir adama da azami hız sınırını aşan bir arabadan atlamak yakışmazdı. yavaş ve derinden acı çekmeliydim. hiçbir alternatife sığınmadan.
bir saat sonra mesaj attı; "herkesten özelsin benim gözümde. kendine dikkat et ali..."