"Yeni neslin tüketim çılgınlığına yeni ürünlerle cevap veriyoruz. Zamandan kumbara çıktı, zaman kumbarası diye zambara dedim adına.Tüketmek kolay, üretmek ya da biriktirmek en zoru. Pazarlama stratejisine ne ihtiyaç, kendiniz bilirsiniz. Kaybolan zaman size ait nasılsa. Reklamla tutundurmaya ne hacet, hayatı bırakanlar var aramızda.
Zamandan kazanmıyor, artık resmen zamandan çalıyorum. Gözüm sürekli saatte. Ya geç çıkar, ya geç kalırsam, ya akşam istediklerimi yapamazsam oldu tüm derdim.. Hepsi, direkt olarak kendime kalacak sürenin, benim süremin adaletinin peşinden koşmamla alakalı. Eve dönüşümden sonra hayata başlayışım ve eve dönüş sürelerimin beni kısıtlamasından da ben sorumluyum, onu da hazmedemiyorum. Giriş çıkış saatleri hep netken, işlere varış ve oradan dönüş niye brütler? Gidiş dönüşler bizim yaşam saatlerimizle tolereli, susuyorum. En azından farkındayım bunun diyorum, keşke olmasaydım gerçi.. Yıpranıyorum. Benden çalınan zamanlarda oluyor en çok sinirlenişlerim, kendime çaldığım zamanlarda ise içimde hep yarışlarım var yapacaklarımı es geçmemek adına. Sabah evden çıkış, akşam eve dönüşler hep en hızlı güzergahlar, dolmuşlar otobüsler metrolar kendi içlerinde yarışıyorlar. Spor salonu en yakınımdaki, tam evimin köşesi. Hemen koşarak çıkmaya can atarım evden. Dakikalar benim zaman kavramım. Saniyelerle pek işim yok, onlara yetişemiyorum. Saatler ise çok ucu açık, hayır bunu yapamam. Spor kompleksleri kendi komplekslerimiz aslında. Belki de gereksiz zaman kaybı, günlük yaşamımızın bozulmasından kaynaklı hep bunlar. Biliyorum, bunun da farkındayım aslında. Gerek yoktu tarlalarda çalışırken hareketsiz kalan yerlerimizi demir makinalarda çalıştırmaya. Kürek sallamak yeterliydi aslında. Altımızdan akan yolları inşa ettiler bu yüzden, adları koşu bantları. Kendi mantığımızla paramızı bağlayıp kendimizi oraya hapsedip mutlu hissediyoruz ki hayvan olmadığımızı hatırlayalım, ne de güzel
Kuru temizlemeci ise diğer çaprazda. Kırışıklıklarla işim pek yoktu benim aslında. Kırışıklıklar zaten istemiyorum hayatımda, ütüyü hiç sevemedim belki de bu yüzdendir. Hep anneme inat. Yağmura şemsiyeyle çıkmak gibi gelir bana. Şemsiye bence cesaretsizlik örneği, biraz da karaktersizlik, korkular demek. Ürküttüler bizi, çekiniyoruz hareket etmelere, ıslanmalara, çamurlanmalara, yerlere düşmelere, parasız gezmelere, sokaklarda uyumalara. Toplum ne der insanlar olduk sonunda. Aferim bize.
Evin tam karşısında bar var, malum uzak olmamalı. Biraz pahalı gibi sanki, yok yok en önemlisi samimiyetsiz. Evimde hissettirmiyor beni. Onu görüp el sallayıp ilk sağdan sağ yapıyorum. Şimdi daha evim gibiler. Burada mutluyum. ilk köşe bakkal, aşağıdaki ikinci köşe büfe, süpermarket ve fırın geliyor ardından. Süpermarket de neymiş diyorum kendi kendime. Bakkallara, esnaflara gitmeye zorluyorum kendimi her seferinde. Hemen ileride bir ATM var. Para gerek malum. Hızlıca çekebilmek için iyi oluyor olsa da nefret ediyorum ondan da, imajından da.
Evin üst köşesi pet shop, ve pet shoplar şeklinde. Yukarıya doğru ise parklar başlıyor. Araç kapımın önünde durabiliyor, bisikletler omuzda eve indirilebiliyor, açık havada ekmek arası yenilebiliyor en azından evdeyken, minik arka bahçede. Apartman sakin, belki biraz fazla sakin hatta. En ufak patırtıda laf olacak cinsten. Ona da sorun yok, dingin diyorum adına. Yaşlı insanlar var, anlaşması çok kolay, hızlı sevdiler bizi. Sonunda birileri bizi hızlı ve sorgusuzca sevdi sanırım. Tanımadığımız insanlar bile. Herkesle çok iyi anlaşıyoruz, karşılıklı ilgi için yarışıyoruz gibi hissettiriyor bu bana. incelikten kırılmaktan gocunmuyorum onlarla konuşurken. Gerçi tanıdık dediklerimizi de tanımıyormuşuz aslında, hani şu bizi sevemeyenleri. O dönem tanıdık zannettmişiz diye cevabımı veriyorum, geçiyorum. Sokaktaki insan yalan atmıyor çünkü bize, neyse o. Kendini bile oynamıyor, oyunu da oyuncuyu da unutmuş, kendisinin izleyicisi olmuş artık. Geç fark ettik, olsun.
Dostlarımla ekstra görüşme günleri ayarlamıyorum, hepsi elimin altında. Dedim ya zaman değerli. Geçerken uğrasınlar bana, oluyor da hep. Plan program yapmadan, fütursuzca buluşuluveriyor. Haftasonu daha bir hareketli telefonum, eksikleri düşünüyorum aklımdan yoklama yapar gibi, hepsi tamam gibi oluyor gecenin sonunda. Gün, insan, mekan seçmeye gerek kalmıyor mekan, hepsi yanımdalar, her daim. iyi ki varlar, olmayanlar. Kutlamalar da yapıyoruz arada, sanki normalde yeterince iyi eğlenmiyoruza inat.
Bu yüzden küçülttüm eksenimi, bir avuç içine biriktirdim hayatımı. Keyiften desen değil, zorunluluk hiç değil. Tercihlerle alakalı sanırım. Ben zaman çalmayı öğrendim, öğretildim. Mecbur hissettim kendimi. Ölçüp biçmiyor, ona rağmen yetişemiyorum ısrarla. Yapmam gerekenler o kadar çok ki. Gitarlarca çalışlar, besteler, kayıtlar, yazmalar, okumaktan usanmamam gerekler, dergi ve kitaplar, izlemem gereken belgesel ve diziler, sinema filmlerim var, köpeğim var, motorum, arabam nazlı ilgi ister, gezmem görmem gereken yerler, zaman ayırmam gereken dostlarım var. Gün içinde araya sıkıştırışlar deniyorum, kendimin ezildiğini hissediyorum. Kirletmemek daha doğru olacak sanki, başaramıyorum. Bomboş oturduğum akşamlarda nefret eder oldum kendimden. Hastalanmaktan da nefret ediyorum. Oyundan düşmüyorum ısrarla. Kendim yıpranıyorum sonunda, fakat zorundayım buna. Çılgınca yaşamak, boş geçmemek istiyorum. Oysa günün yarısı senden sorgusuzca alınmışken ve asli tüm hayatını diğer yarıya sığdırmak o güç ki. Kişisel ihtiyaçlar, duş, uyku falan da buna dahil, temizlik ve alışveriş de, kişisel apayrı meseleler de. Niye diğer yarısı net bir şekilde ellerinde, bilemiyorum. Ama şunu biliyorum ki kalan zaman bana yetmiyor. Günler 36 saat olsun diyecek oluyor, ondan da korkuyorum. 18 saat çalışmak istemiyorum. Duysalar yaparlar biliyorum."