Ahmet geçirdiği yine kötü bir gün sonrasında, alı al, moru mor bir halde kendini yatağa atmıştı; bütün gün boyunca muhatap olduğu insanlardan ve ağzı olup da konuşan her türlü yaratıktan, güneş altında mayışan kedi köpek bezginliğinde, bedenini ve ruhunu sıyırmış, gecenin serin karanlığına ve sessizliğine kendisini bırakmıştı.
Ahmet 16 yaşında, babasını küçükken kaybetmiş ve annesiyle yaşayan, kendisini yazıya çiziye adamış bir delikanlıydı; en samimi yoldaşı, en yakın dostu kalemiydi, o kalemi ne derse onu yapar, kendisini kalemine bırakır, o kalemi kullanmaz adeta kalem onun yeteneklerini kullanırdı ve ekip olarak her defasında orta yere harikalar çıkarırlardı.
Kalemi yine bir gece yarısında Ahmeti uykusundan uyandırdı ve kulaklarına işte şöyle bağırdı:
- Ahmeeeeeeeet! Lan uyuma oğlum kalk, aklıma süper bir hikâye geldi, bunu bir an önce yazmalısın, çabuk!
+ Yahu Canan, manyak mısın gece gece, sus, yat, uyu, bak yarın erken kalkmalıyım, uykumu bölme, kes!
- Ahmeeet! Deli misin sen? Kusura bakma ama bu ilhamı kaçıramam ben, şimdi bunu yazmazsan bütün geleceğin mahvolur, mahvolmazsa da kendi ellerimle mahvederim, kalk ulan ayı!
+ Öf be öf, Allah seni kahretsin, kalktım, he, aklındaki şey neymiş bakalım, söyle de yazayım, ama sonra söz ver, zıbarıp uyuyacaksın!
Kaleminin adı Canandı, bu adı Ahmete kalemin kendisi söylemişti ya da Ahmet kalemine bu ismi vermişti, kim bilir? Ahmet kaleminin aklına gelenleri yazıyordu ya da aklına gelenleri kalemine yazdırıyordu, Ahmet hangisinin gerçek olduğundan emindi ama dışarıdan bakan birisi için bu gerçekliğe ulaşmak on bin parçalı bir bulmacayı bütün hale getirmek kadar zordu.
Ahmetin annesi Zeliha, çile yumağı dünyasında var olmaya çalışan, kasvet ve keder hislerinin yerine umudun gücüyle yoğurduğu sonsuz sevgi hissine sahip, yolun yarısına gelmiş, kömür karası, ova düzü saçları can alıcı Zeliha. işte bu Zeliha, Ahmetin ne durumda olduğunu çok iyi bilirdi, bilirdi de kimselere söyleyemezdi, Ahmet gün içinde bin bir ağızla sohbet eder, gerçek ötesi dünyasında bir maceradan öteki maceraya sürüklenirdi; gerçek dediği ve ermiş itikatı misali bir inançla savunduğu dünyada...
Ahmetin tedavi olması için paraya ihtiyacı vardı, o parayı da yazdığı ve çizdiği birbirinden yaratıcı eserlerle kazanıyordu, gün boyunca içinde yaşadığı hayali dünya, ona yeterince malzeme veriyordu, o da bu malzemeleri kullanarak harika çalışmalar oluşturuyordu. Bütün bu çalışmaların reklamını kendisi, satışını ise annesi yapıyordu; insanlar Ahmetin yazdığı hikâyeleri, şiirleri, yaptığı çizimleri çok seviyordu, aklında sokak ressamlığı da vardı aslında ama sağlık durumu elverişli olmadığı için annesi buna izin vermiyordu. Hastalığı öylesine kronikti ki ve ilaçları öylesine pahalıydı ki, alması ve düzenli kullanması, gerçekten içinde yaşadığı dünyanın hayalîliğinden daha hayaliydi.
Günler ayları, aylar ise yılları kovaladı, Ahmet 21 yaşına gelmişti artık, daha az macera ve daha az hayali mahlûkatla konuşuyordu, tedavi olması için gerekli ve delilik sınırlarında gezinen yaratıcılığı, tedavi oldukça kendisini terk ediyordu. kalemi Canan artık onunla daha az konuşuyordu ve bir şeyler yazması ya da çizmesi için daha az baskı yapıyordu, Ahmet artık yavaş yavaş kerametin kalemde değil kendisinde olduğunu anlıyordu; böylece yazı çizi işinin solgunlaşmaya başlayan büyüsü onu da bu işlerden soğutuyordu.
Ancak, Ahmet var olan gücüyle tamamen hastalığını kontrol altına almak için yazmaya ve çizmeye devam etmeliydi. Her gün kendisiyle en az bir iki kere konuşan kalemi, nam ı diğer Canan, bir gün kendisiyle hiç konuşmadı; nedenini merak eden Ahmet, kalemine kendisiyle neden konuşmadığı sordu ve kalem yine hiç konuşmadı. Ahmet delilikle dâhilik arasında ince bir çizgide kendisini kaybolmuş hissediyordu, o gün bütün bunların ardından ilacını almayı unutarak erkenden uyudu.
Ertesi gün uyandığında her tarafı kıpkırmızı kan içinde buldu, kalemi Canan, o gece insan suretine bürünmüş, önce Ahmetin ilaçlarının hepsini içmiş, bu şekilde kendisini öldüremeyeceğini anlayınca bileklerini kalemtıraşın yedek jiletleriyle kesmişti. en azından Ahmetin gördüğü bu manzaradan anladığı buydu, Ahmet korkmuştu, annesine seslendi, ses gelmeyince yatak odasına gitti ve annesini de kan revan içinde buldu, annesinin elinde bir bıçak, boynu kesik içindeydi, bu nasıl olabilirdi?
Ahmet artık bu dünyada bu şekilde yaşamaya devam edemezdi, onulmaz bir hastalığı vardı, biricik kalemi ve annesi intihar etmişti, nasıl yaşasındı? Odasına gitti, aynasına uzun uzun baktı, aynada Cananın ölmüş bedenini, sırlı camına sıçramış birkaç damlanın izin verdiği boşluktan görebiliyordu; Ahmet bu elem verici görüntüye dayanamayıp, aynayı tek yumrukta kırdı, kırılan parçalardan birini eline aldı ve ayakta öylece duruyordu ki Canan gözlerini aralayarak:
- Ahmet, herhalde ben öldükten sonra keyif içinde yaşamaya devam etmeyi düşünmüyorsun, şu elindeki aynayla seni bana kavuştur, haydi!
Ahmet, gözleri korkuyla fal taşı misali açılmış, bir elindeki kırık ayna parçasına, bir ayna parçasından yansıyan görüntüye, bir de Canana bakıyordu. Elindeki aynadan yansıyan görüntü konuşmaya başladı:
- Ahmet, sen hiçbir zaman güçlü biri olamadın ve bizi her zaman zayıflığa mahkûm ettin, şimdi elindekini al boynuna sapla, hem de hemen ve bu eziyetimize bir son ver! Haydi, şimdi!
Bir yandan Canan, diğer yandan aynadaki Ahmet konuşuyordu ve kendisini öldürmesini mütemadiyen Ahmete telkin ediyorlardı. Ayna ve kalem e, Ahmetin eli ve kolu da katılmıştı, Ahmet bu gürültüyü sırf daha fazla duymamak için elindeki aynayı hızlı bir şekilde şah damarına sapladı ve büyük bir acıyla yere yığıldı. Birkaç dakika sonra Ahmetin gözlerinin feri sönmüştü bile.
O günün tek gerçekliği Ahmetin ölümüydü. Zeliha, oğlunun ardından çok gözyaşı döktü, çok yas tuttu. Ahmetin gerçek olarak kabul ettiği şeyler annesi Zeliha için bu evrenin en büyük yalanlarıydı, belki de tam tersiydi, kim bilir?...