--spoiler--
Aşkta ve Ölümde Sinema: Amour
Hangi kökler kavrar, hangi dallar bezer
Buradaki taş yığınını? Ey insanoğlu
Bunu bilemez, sezemezsin, çünkü bildiğin yalnız
Bir kırık putlar yığınıdır ki güneşte kavrulur
(Çorak Ülkeden T.S. Eliot)
Ölüm, hayatın öteki yüzü Hayatla ölüm, bir madalyonun iki yüzü gibi birbirine bağlı Ölümle yüzleşme, bir sınır deneyimi olarak hayatın anlaşılamayan katmanlarının açılmasına hizmet ediyor. Hayatın anlamlandırılması, yitirdiklerimizle ölümün yitirilmesi arasındaki ilişkinin kavranılmasından geçiyor.
Modern insanın ölüme karşı ilgisizliği, Vasili Sigarevin ölüm üzerine çarpıcı bir deneme olan Zhit / Living filminde, yeni evlendiği kocasını bir hiç uğruna kaybeden genç kadının sözlerinde tüm açıklığıyla belirir: Cenazeler görürdüm önümden geçip giden. Ama hiç düşünmezdim ölüm üzerine. Tek merak ettiğim kimin ölmüş olduğuydu. Ölümün hayatları nasıl darmadağın ettiğini şimdi gördüm!
Ölüm, modern düşüncenin, bir ufuk çizgisi haline getirerek hayattan dışarı attığı bir şey olunca, ölümle ilişkili olan her şey de hayatın dışına atılıyor. Ölümle yüzleşmeyi reddeden modern düşünce, hayat hakkında söz söyleme imkânını da kaybediyordu böylece. Ölüm, bizim dışımızda, bizle hiç ilgisi olmayan bir şeydi sonuçta! Önümüzden geçen cenazeler olduğunda, bir turist gibi bakar, sadece merak ederdik. Ölümün, bize şahdamarımızdan yakın olan Hakk kadar yakın olduğunu keşfetmek, sınır deneyimlerinin en acı vericisi ama en öğreticisidir aynı zamanda. Zhit filminde, hayattan atılmış ölümle, birden yüz yüze kalındığında yaşanan acı verici, parçalayıcı deneyimin gözlerine bakmayı deneyen Sigarev, bizi kendi arafımızla karşı karşıya getirir. Sevdiklerimizin ölümü, eğer ölümün maneviyatına hazırlıklı değilsek, bir parçalanma yaratır benliğimizde. O parçalanma, aynen filmdeki gibi, yaşanan gerçek zaman ile yaşanmış ve ölüm sonucu yaşanma imkânı kalmamış tüm zaman imkânlarını bir araya getirir bir rüya / kâbus atmosferinde Bu atmosferin, sadık bir rüya ya da kâbus olması, bizim ölümün maneviyatına ne kadar hazırlıklı olduğumuzla direk ilgilidir. Yüzleşme, bir içe dönüş yaratır. O ana kadar göremediklerimiz belirir kalbimizde. Ancak, yaşanan bu hâlin taşınması kolay değildir. Yüzleşme sonucunda, ya tamamen parçalanma, yok olma, ya da sağaltılmış, yenilenmiş bir kalp beklemektedir bizi
Thierry Hentsch, Hakikat ya da Ölüm başlıklı eserinde, Batı düşüncesinin, ölümü ufuk çizgisine kadar götürüp gözden kaybetme isteğinin tam da tersiyle sonuçlandığını ifade eder. Bir tür getto haline getirilmiş mezarlıkların şehirlerin en dışlarına çekilmesi ve ölümü hatırlatacak her şeyin hayattan uzaklaştırılıp ufuk çizgisine gönderilmesi, ölümün bambaşka ve çok daha korkunç yüzlerle karşımıza çıkmasını engellemiyor. Ölümün öldürülmesi, Hentschin dediği gibi, hayat ve hakikat üzerine düşünme yetilerimizi köreltmekle kalmıyor, ölümün önümüze çıkan korkunç yüzlerinin hayatımızı felç etmesine ve medeniyetimizin bir korku medeniyeti haline dönüşmesine de sebep oluyor. Ölümden korktuğumuz için öldürüyor; ölümden korktuğumuz için hayata değil ama hayatın simülasyonu hâline gelmiş korkunç takıntılarımıza daha geniş alanlar açıyoruz. Ölümü öldürerek yerine geçirdiğimiz para, mal, mülk, iktidar takıntıları ve hayata sımsıkı tutunmak sandığımız hırslarımız, sadece hayatı değil ölümümüzü de felç ediyor. Yaşlanmayı ve ölmeyi reddeden zombiler haline dönüşmenin yolları böylece açılıyor. Güzellik ve hakikatin, ancak hayatla ölümün birbirinin içine geçmiş ilişkisini keşfetmekle bilinebildiği bir anlayıştan, ölümle birlikte güzelliği ve hakikati de kaybettiğimiz bir simülasyona dönüşüyor hayatımız.
Ölümün, ya da ölümlee yüzyüze bırakacak şiddetli bir hastalıkla karşı karşıya kalmanın, korku medeniyetinin ektiği tohumları büyütmesidir, hem Zhitde üç ayrı karakterin hem de Hanekenin Amour filminde Georgesin yaşadıkları travmanın sebebi
Ölüm diye bir şey yok evladım.. Sadece ölüm korkusu var. Bu dehşetli bir korkudur. Bazen insanlara yapmaması gereken şeyleri yaptırır. Ölümden korkmamayı başarsaydık her şey ne kadar farklı olurdu Tarkovskynin Offret / Kurban filminde oğluna ölümün hakikatini böyle anlatıyordu Alexander. Modern düşüncenin ölümü öldürmesinin, hayatı bir korku tuzağına dönüştürdüğünü Korku, yüzleşmenin hiç olmayacağına ikna eden bir ufuk çizgisi çizer bize. Ama o ufuktan bile korkmaya başlarız. Zhitteki kadının, ölümü hiç kendi yakasına gelmeyecek bir uzaklık olarak görmesi gibi Bu hazırlıksızlık ile hazırlıksızlık ve bilgisizliğin yarattığı ontolojik korku, yüzleşmeleri travmatik hâle dönüştürür.
Modern Batı toplumunun türlü şizofrenilerine cesaretli bakışlar atması ve Batı toplumundaki ikiyüzlülükleri ifşa etmesiyle bilinen Haneke de, Sigarev gibi, son filmi Amourda bir sınır deneyimi ile karşı karşıya bırakır bizleri. Amourdan önceki filmlerinde, modern toplumu bir mekanizma olarak ele alan ve o mekanizmanın yarattığı yarılma ve parçalanmaları anlamaya ve ifşa etmeye çalışan Haneke, bu defa kamerasını dışarıdan içeriye getiriyor. Bir mekanizma tarafından dönüştürülmüş bir birey vardır yine karşımızda. Sınır deneyimlere nasıl bakacağını bilmeyen bir birey Ancak, bu defa bu bireye, sınır deneyimlerin hepsini anlamlandırmaya yarayan saf, katıksız bir aşk eşlik eder.
Modern düşüncenin, tüm ipleri koparırken, koparmayı beceremediği son bağlardan birisiydi aşk. Her şeyi kendi başına belirleyebilecek ve kendinden başka kimseye muhtaç olmayan birey, aşk ile yüzleştiğinde, bir mucize ile karşı karşıya kalıyordu. Zira o ana kadar şiddetli bir epistemolojik / ontolojik yanılsamayla kabullendiği birçok şeyin geçersizliğini ilan ediyordu aşk. Koparılan tüm bağları yeniden inşa ediyor, özgürlük adına belletilen her yanılsamanın, aşkın kendi özgürlüğü içinde yok edildiği bir sürece eşlik ediyordu. Üstelik, aşk, modern kuruluğun hayatımızdan uzaklaştırdığı mucizeleri tekrar hayatımızın tam ortasına getiriyordu.
Georges, hayat arkadaşı Annenin felç olması ile ölüme benzer bir sınır deneyimi ile karşı karşıya kalır. Hiç başımıza gelmeyeceğini düşündüğümüz ölüm gibi bir şeydir yaşanan şey. Amouru diğer Haneke filmlerinden ayıran çok önemli bazı yönler vardır. Önceki Haneke filmlerinde, sınır deneyimleriyle karşı karşıya kalan modern insan yapayalnızdı o uçurumda. Kendisine eşlik edebilecek bir değer, erdem veya bir çıkış yolu yoktu. Bu yüzden, soğuk ve acımasız bir parçalanmaydı hemen her Haneke filminde karşı karşıya kaldığımız. Ancak Amourda öyle olmaz. Bir sınır deneyimine, onu anlamlandırıp sağaltabilme potansiyeli olan bir başka sınır deneyimi eşlik eder: Aşk Georges, Anneye, kızının, damadının ve komşularının anlaması zor bir fedakârlıkla bakar. Bencil modern bireyin karşısına ilk defa bu kadar güçlü bir antitez olarak âşık insanı getirir Haneke.
Peki, modern toplumun içinde bir ayrık otu gibi olan âşık insan, parçalayıcı bu sınır deneyimine nasıl karşılık verecektir? Haneke, buna, dâhil olduğu çölün çözümünden farklı bir cevap veremez yine de. Yine bir travma sözkonusudur. Yüzleşmenin acıtıcılığına karşı, elde tutunacak bir dal olmaması, aşkın travmatik bir yansımasına zemin hazırlar. Benzer bir yansıma, Zhit filminde ikiz kızlarını kaybetmiş olan kadının travmasında da yaşanır. Her iki yansıma da sevginin ve aşkın, Rahman ile olan bağının zayıfladığı bir duruma tekabül eder. Aşkın ve sevginin Rahman ile olan bağı ontolojik olsa da, varoluşumuzla yaşanan dünyanın epistemolojisinin uyumsuzluğunun yarattığı travma, âşık insan için bile şiddetli yansımalara zemin hazırlayabilir.
Hanekenin, hiç beklenmedik zamanda, ama kendisinden çok beklenmesi gereken bir tokatla hatırlattığı şey, travmatik bir geri dönüş oluyordu böylece. Haneke, daha önceki filmlerinde ruhunu yitirmiş, parçalanmış ikiyüzlü modern insana, bir antitez olarak Amourun Georgesini sunsa da, Georgesin de, çöl mensubu olmanın tüm problemlerini üzerinde taşıdığını, aynı kendi özelliklerini ifşa ederkenki açıklıkla, ifşa eder. Georgesin anlık bir acıma, sevgi ve merhametle dahi olsa bulduğu çözüm, bu yüzden çöl insanının çözümüdür. Boğarken üzerine kapaklandığı, sarılır, sarar, saklar gibi boğduğu Anne, acılarından kurtuluyordu böylece! Ama Rahmanın rahmetini göz ardı eden bir çözüm yoluydu bu yine de ve bu yüzden Georgesin aşkını daha yüksek bir düzeyden mahrum kılıyordu!
Haneke, büyük oranda Bergmanın yaptığı gibi, modern çölün derin uçurumu ile karşı karşıya getirirken, o çölün uçurumundan tek başına atmaz seyircisini. Kendisi de uçurumdan beraber atlar. Bu anlamıyla, Hanekenin, çölün acımasız gözlerine aynı acımasızlıkla bakan ruhunun tüm sarsıntılarını hissederiz filmlerinde. Hanekenin alamet-i farikası olmuş tokatları, o titreşimlerin boşalma yarattığı zirve noktalarıdır. O tokatlar sadece seyirciye değil, Hanekenin bizatihi kendisinedir de Başka yol bilmeyen, çıkış yolunu bulmakta zorlanan modern insanın, insan duygularının en yücesi olan aşka sığınırkenki hâli bile travmatik olabiliyordu böylece.
Caraxın, Holly Motors filminde, hakiki yüzü kalmamış, tümüyle maskelerle yaşayan bireyin, sadece aşk hâlinde kendisi olabildiğini anla(t)masıyla; Hanekenin Amourda, hastalıkla yüz yüze kaldığında, kendinde tek cevher olan aşk ile kendisi olan insanı ifşa etmesi bu yönüyle bir paralellik arz eder. Film sanatının değerli yönetmenleri, çölün gözlerine bakmaya başlamışlardı epey bir zamandır. Ancak birçoğunun, yukarı ile kopan onca bağın yerine koyabilecek bir şeyi yoktu. Ne bir yol biliyorlardı, ne de bir çıkış yolu. işte tam bu anda, aşk, tüm bağları yeniden inşa edebilecek bir mucize olarak çıkagelebilirdi. Batıya yönelik bakışlarında aykırılıklar olan, ama sonuçta çöl mensubu olan her iki yönetmen de, zulalarında - belki Rahmanî yönleri kırpılmış da olsa - aşktan daha değerli bir şey bulamıyorlardı.
Film sanatı, ölüm ve aşk dâhil, sınırlarla yüzleşme deneyiminin en keskin şekilde yaşatılabileceği sanat dallarının en önemlisi. Sinemanın ölüm ve aşk ile ilişkisi, onun hakikat ve güzellikle ilişkisinden bağımsız ele alınırsa, ölümün, aynen korku filmlerinde olduğu gibi korkunç yüzlerle karşımıza çıkması mukadderdir. Ancak ölümün profan sanat ve sinemada görünen şeytanî bu yönünün dışında, Rahmanî olan yönü daha önemlidir. Ölümle yüzleşme, insana ancak aşk veya tasavvuftaki seyr u sülûk deneyimlerinin yaşatabileceği bir sınır deneyimi yaşatır. insan, varlığının uçuculuğunun farkına varır ve hiçlikle yüz yüze kalır. Hiçlikle yüzleşme, hakikat ve güzelliğin içinden fışkırdığı bir derinliğin içine atar insanı. Varoluş derinliği ve Varlıkın farkına varma hâline açılmanın başlangıcına Hayatın daha önce şahit olunmamış katmanlarıyla tanışır insan. Zhit filminde kocasını hunharca bir cinayet sonucu kaybetmiş genç kadının da, ikiz çocuklarını kaybetmenin acısına dayanamamış kadının ve babasının ölümü üzerine hayâldan bir dünya yaratmış çocuğun da yaşadıkları, hazırlıksız şekilde bu derinliğe atılma deneyimleridir aslında. Yönetmenin en büyük başarısı, bu tür sınır deneyimlerle karşı karşıya kalan modern insanı anlatmayı deneyen birçok eserin düştüğü çukura düşürmemesidir filmi. Kolayca korku filmine dönüşebilecek bir konuyu, acının ve yüzleşmenin sarsıntısının dayanılmazlığını deneyimlemeye götürebilmesiyle, en az Hanekenin Amourda yaptığı kadar önemli bir iş yapmış Sigarev.
Ölümle ve Amourda olduğu türden bir ölümcül hastalıkla yüzleşmeyi ertelemek, hayatın anlamı üzerine tefekkürün ertelenmesi anlamına gelir. Hayatın, amaçsızca kocaman bir boşlukta yaşanması demektir bu. Ancak ölümle yüzleşmek, yüzleşmenin şartlarını düzgün tayin etmekle de ilgilidir. Zhit ve Amourun en güçlü yönleri de, en zayıf yönleri de yüzleşmenin şartlarını tayin eden faktörlerle ilgili Zhit filminde üzerimize boşaltılan katıksız acı veya Amourdaki zorunlu son bize yüzleşmenin şartları ve amaçları açısından ne söyleyebilir? Mesela Bergmanın, belki tüm hayatının sorgulamasını başlattığı Yedinci Mühürde yaptığına benzer bir derin yüzleşmeyi başlatabilir mi? Georges, yüzleşmeden başarı ile çıkmış mıdır mesela? Hanekenin, özellikle kimi varoluşçularda olduğu türden, acının dayanılmazlığı karşısında, aşk ile bile olsa intiharı / cinayeti bir çıkış yolu olarak gördüğünü düşünebilir miyiz?
Sigarev, acının dayanılmazlığına karşı, belki de üç ayrı tavırdaki ortak ve ayrı yönlerden bir çıkış yolu bulmayı seyirciye bırakmakta. Ancak Haneke, tüm filmlerinin bir anlık özetini, kendisinin ve modern insanın yazgısının bir ifşası olarak yeniden inşa ediyor görünüyor. Sigarevin Zhit filminde amaçladığı, Yedinci Mühürdeki Jöns gibidir bu anlamda. Acının sonunda bir tür bilgidir amaçladığı. Hanekenin tutumu ise ters yönden de olsa Jofunki gibidir. Yaşamak ve ölmek, sadece ân meselesidir. O tokat da bu ânın bir çıktısıdır!
Amourda ve Zhitde, modern düşüncenin ufuk çizgisinde bir olasılıksız olarak inşa ettiği ölüm, ufuktan buraya ve şimdiye getirilmiştir. Ama ölümle yüzleşmenin araçlarından yoksundur bura ve şimdideki insan. O yüzden yüzleşme anı geldiğinde korkunç bir yüzle ortaya çıkar ölüm veya ihtimâli... Tüketir, yok eder ve kendisi dışında hiçbir şeye hayat alanı bırakmaz.
Öte yandan, bambaşka bir gelenekten gelen Akira Kurosawanın Dreams / Rüyalar filminde bir başka bakış vardır ölüme. Dreamsin bir bölümünde insanın kendi eliyle yapıp ettikleri aracılığıyla karşı karşıya kaldığı felaketten kurtulamayan insanlar vardır. Ölüm onlar için kurtuluştur ama ölemezler. Dünyada ölümsüzlüğe mahkûm olmak, ölümün hayata kattıklarından ve sağaltıcılığından mahrum olmak anlamına gelir. Hâlbuki Rüyaların son bölümünde ölüm, daha önceki bölümlerdeki cehennem ortamında ölemeyenlerin görüntüsüne inat, cennet bahçesi içinde güle oynaya gidilen bir şey olarak sunulur. Ölüm zamanı gelen yaşlılar gülerek bir bayram havasında giderler ölüme. Ölüm, onlar için aynen Hz. Mevlânânın vuslatında olduğu gibi bir düğün gecesidir. Ölümün hayatın içinde ve hayatla ayrılmaz bir bağ içinde olduğu geleneklerde, hayatın da sapasağlam temeller üzerine oturduğunun kanıtı gibidir Kurosawanın gösterdiği. Ölümü öldürmek hayatın ölümü anlamına geliyordur çünkü. Gerçi aynı gelenek içindeki bir başka yönetmen olan Kinoshitanın ve sonradan Shohei Imamuranın çektiği Narayama Türküsünde, zamanı gelince ölüme giden yaşlılar, ölümü aynı sükûnetle karşılayamazlar. Ancak sükûnetle karşılayana bahar ve cennet kokusu; korkana ve kaçmak isteyene ise ebedi cehennem ikram edilmiştir o filmlerde de.
Amourda, Georgesun yaptığı, Kurosawadakine benzer bir ölüme sığınmak mıdır peki? Bana kalırsa bambaşka iki anlayıştır Amourda ve Dreamsde sözkonusu olan. Kurosawanın yaptığı, bu dünyanın geçiciliğine karşı, ölümü de hayatı da hoş gelmiş diyerek karşılamak. Hanekeninkiyse, hayatın acımasızlığı ve ölümün uzaklığı karşısında, bir kaçış olarak ölümü anlamsızlaştıran intihar ya da cinayete sığınmak! Bu yönüyle, Kiyarüsteminin Kirazın Tadı filminde ölüme karşı duruşuyla iktidarsız olan Badii ile Hanekenin Georgesi birbirlerine benzerler. intihar etmek isteyen ama ölümle hayatın ilişkisinde bir yöne doğru dengesizlik yaşadığı için, onu bile beceremeyen birisidir Badii Georgesinki, de acısını dindirmek için yapmış dahi olsa, âşık olduğu insanı öldürmesiyle intihardır aslında. Ölümün bir son olarak tanımlandığı ve ancak sona erişmek isteyen ve hayattan hiçbir zevk almayanların erişmesi gereken ufuk çizgisi Badiinin önüne getirilmişti Kirazın Tadında. Georges de acının sonu olarak bir son ister aslında. Ölümün bir başlangıç olduğu anlayışın çıktısı olarak ölüm değildir bu! Peki, bu intihardan bir çıkış bulabilmiş midir Haneke? Filmin sonunda gördüğümüz bu yöndeki emarelerin, daha sonraki Haneke filmlerini bambaşka mecralara taşıma potansiyelinin olduğunu söyleyebiliriz.
Kiyarüstemi, çoğu kişi tarafından başyapıtı olarak görülen Kirazın Tadında, Doğu hikmet geleneklerinin ve islamın ölüme bakışıyla, Batının bunalımlı insanının ölümle yüzleşmesini karşı karşıya getirir. Badii, her ikisini de tam olarak bilmeyen, beceremeyen kabız, arafta kalmış modern çağ Müslüman aydınıdır. Ne hayatı nihilizmin sınırlarında yaşamayı becerir; ne de ölümü, hayatla iç içe bir tefekkür düzlemi olarak kavrayan Müslüman gibi, yaşamak ve ölmenin anlamını keşfetmeye açılır. Amourdaki durum da neredeyse tam olarak böyledir. Georges da Badii gibi araftadır. Ne modern insanın bunalımlı, kibirli, bencil sevgisizliğine teslim olmuştur; ne de aşkın, ancak kendisiyle tam olarak anlam kazanıp acının sağaltılacağı bir bağ bilmektedir. Bu yüzden ne yapacağını bilmez, bu yüzden araftadır ve bu yüzden ölüm ve acıyla yüzleşmede çözümü intiharda bulur!
Sinemanın ölümünden bahsederken, çağımızın yaşayan önemli yönetmenlerinin bazıları, aynen Batı felsefesinin Nietzsche sonrası düşünürlerinde olduğu gibi, tekrar bir yüzleşmeye giriştiler son birkaç yılda. Haneke, Amour ile belki filmografisinin en önemli filmini yapmadı; ama kesinlikle en değerli yüzleşmesini gerçekleştirdi. Malick, ölümle yüzleşmeyi bir hakikat yolculuğu olarak inşa etmeye çalıştığı Tree of Life filminde, kendi zirvesine ulaştı. Gerçek bir oyunbaz-egoist olan Trier bile, Melancholiaile benzer bir yüzleşmeden kaçınamayacağını ifşa etmiş oldu belki de... Film sanatı, önemli eserler verebileceği yeni bir döneme girmiş olabilir ve bu, hepimiz için tam ölmek üzere dediğimiz sanatın dirilişi umudu olabilir.
--spoiler--