Masallardaki gibi bir aşktı demeyeceğim. Öyle değildi. Ne oğlan beyaz atlı prensti ne de kız uyuyan güzel. Yurdumun alışılagelmiş gençlerinden iki tanesiydi. ikisi de çukurova üniversitesinde öğrenciydi. Kız çalışkandı, dersi dinlerdi. Erkek bir kıza bir de seyhan baraj gölüne bakar sonrasında hayallere dalardı. Elinde kalem kağıtla onu görenler ders dinlediğini zannederdi ama o ya Galatasaray kadrosu yapmakla meşgul olurdu ya da iddia kuponu hazırlamakla...
Kızın oğlana aşık olması için hiçbir sebep yoktu. Klasik bir kot, siyah t-shirt, dersle alakasız bir tip. Ama oğlan durup durup bazen öyle bir espri yapardı ki gülmemek elde değildi. Çok yakışıklı bir çocuk değildi. Ama doğrudan gözlerinin içine bakardı. Gözlerinin varlığından haberdar olmadığı derinliklerine indiğini hissederdi. Bir de çok güzel gülerdi.
üçüncü sınıfta aldıkları saçma bir ödev ile hayatları değişti. Oğlanın kızda hep gönlü vardı ama sonunda kız da oğlanı kendine yakıştırdı. ikisi de orta halli ailelerin çocuklarıydı. Hayatlarında fevkaladelikler yoktu. Birkaç sene çıktılar. Oğlanın askerliğini bitirip devlet memuru olması ile birlikte evlendiler.
Sıradanlığı ile bazılarını boğacak olan hayatları kendileri için bir lütuftu. Kendi dünyalarında, kendi yuvalarında mutluydular.
Çukurova'da evlenmeden önce zorunlu yapılan testlerdendir akdeniz anemisi. Her çift gibi onlar da prosedürlere küfrede küfrede yaptırmışlardı. Oğlan taşıyıcı çıkmıştı. Kızda kansızlık olması sebebiyle ileri bir tarihte testin tekrarlanması tembihlenmişti. Aklı bir karış havada olan her genç gibi sallamamışlardı.
Mutlu evliliklerinin birinci yılı dolmuştu. Aileleri yavaştan torun diye tutturmaya başlamıştı. Kendilerini hala çocuk gördüklerinden mi yoksa birbirlerine doymadıklarından mı bilinmez çocuk yapmaya niyetlenmemişlerdi.
Bir akşam her zamanki gibi oğlanın saçma kızın ise duygusal bulduğu dizilerden birini izlerken kız "randevu aldım, yarın doktora gidiyorum. Şu akdeniz anemisine bir baktıracağım" dedi. Bir ara hallederiz modundaki oğlana kalsa yıllarca bekleyecek olan test için kız tez canlıydı. Belli ki içten içe bebek istiyordu. Erkek ise bıyık altından güldü. "vay beee baba olacağım diye" düşündü. Sonra kendi kendine güldü, "daha erken, bir ara oluruz diye" mırıldandı. Ama eşine bir şey söylemedi. Hevesini kırmak istemedi. O üzüldüğü zaman boynunu bükerdi. O boynunu büktüğünde oğlanın canından can kopardı.
Ertesi gün oğlan eve gelmiş yaptığı işe pür dikkat kesilmişti. Eşi dün bir şey demişti ama ne olduğunu hatırlamıyordu. Daha doğrusu hatırlamak için kendini yormuyordu. Şimdi çok önemli işi vardı. Kapı tıkırtısını duyduğunda eşinin geldiğini anladı ama işinden başını kaldırmadı. Eşi başladı söylenmeye "yine mi pes? Ne zaman bıkacaksın maç yapmaktan" eşinden cevap gelmeyince devam etti "bu maç son değil mi?" bu soru cümlesinden çok emir cümlesiydi. Erkek sadece kafa salladı. Konsantresini dağıtmamaya çalışıyordu. Eşinin söylenmeye başladığı her zaman olduğu gibi yine gol yedi. Hay amınakoyim diye küfür savurduğu anda eşiyle göz göze geldi yuttu hemen dediğini. Eşi sevmezdi evde küfredilmesini. Kalktı kapattı oyunu.
"Sen niye geciktin?" diye sordu erkek. "Dün söylemiştim ya akdeniz anemisi testi için doktora gideceğim diye. Tabi elinde bilgisayar olduğu için bir kulağından girip diğerinden çıkmış. Ne varsa bu bilgisayarda. Aldatıyor musun sen beni yoksa?" diye cevap verdi kız. Erkek sorduğu bir sorudan aldatma çıkarımına nasıl ulaşıldığına anlam veremez halde kalakalmışken kız devam etti. "Testin yapılması için kansızlığın geçmesi lazımmış. Demir ilacı verdi doktor."
Sonrasında bu muhabbet hiç geçmedi aralarında. Kız her gün ilacını kullandı.
Bir perşembe akşamı oğlan erken gelmişti eve. Eşini beklerken kitabını okuyordu. Anahtar sesini duydu. Kapı açıldı. Sonrasında eşinin ayak seslerini duydu. Her zaman tezcanlı olan eşinin ayak sesleri yavaşlaması moralinin bozuk ya da normalden daha yorgun olmasın delaletti. Eşi salonun kapısından girdiği anda kötü bir şey olduğunu fark etti.
Kız elinde beyaz bir kağıt ile ruh gibi yaklaşıyordu. Süzülerek yanına oturdu. Şokta gibiydi. Erkek ne olduğunu sormak istiyor ama alacağı felaket haberinden korkarcasına sormaya cesaret edemiyordu. Öylece kalakaldılar bir süre.
Sonunda kız konuştu. "test sonuçları çıktı" dedi. Sesi çok uzaklardan geliyordu. Sonra kağıdı uzattı. Oğlan aptallaşmıştı. Ne testi diye düşündü ama soramadı. Kağıdı eline aldı. Okudu. Eşinin de akdeniz anemisi taşıyıcısı olduğu yazıyordu kağıtta. Anlamamıştı. "hasta mısın? Bir sorun mu var? Ameliyat mı lazım?" gibi aptalca sorular döküldü ağzından.
"Eşi araştırsaydın bilirdin. Ama sen her zamanki gibi umursamazsın" diye çıkıştı. Eşi klasik kız serzenişlerinde bulunmazdı. Genelde hatalarını yüzüne vurmazdı. Gülümseyerek kafasını salladığında oğlan mahcup olur hatasını anlardı. Olağan davranmadığına göre sandığından da büyük bir halt yemişti ama ne yaptığını bilmiyordu.
Oğlanın aptalca kala kaldığını gören kız devam etti sözlerine "sen de akdeniz anemisi taşıyıcısın ben de. Bu hastalığın taşıyıcı olana etkisi yok. Ancak iki taşıyıcı evlenir ise çocuk %25 sağlıklı, %50 taşıyıcı, %25 hasta olur. Bir taşıyıcı ile bir akdeniz anemisi olmayan insan evlenseydi hiçbir şey olmazdı. Ama lanet olsun ki ikimiz de taşıyıcıyız. Hasta olacağını bile bile nasıl çocuk yaparız!"
Matematiğin anlamsızlaştığı zamanlar vardır. Bu da o zamanlardandı. Bir masumun bir ömür acı çekeceği ihtimali 25'i 75'ten büyük yapmıştı. iddia oynuyor olsaydı %75 kazanılacak bir maça para basıyor olurdu. Kazanma oranının çok daha düşük olduğuna inandığı zamanlarda oynamış ve kazanmıştı. Ama şimdi bu riski alabilecek miydi? Evlat sahibi olmak adına bir ömür acı çekme ihtimali olan bir çocuğun dünyaya gelmesine vesile olabilir miydi? Çocuk istiyor muydu hiç düşünmemişti. Ağlayan çocukları gördüğünde babalık kendine çok uzak gelirdi. Ama son birkaç dakikadır olmayacak çocuğunun özlemi içini yakıyordu.
Eşine bir şey diyemedi kalktı. Bilgisayarı açtı. Akdeniz anemisi ile ilgili ne bulursa okudu. Sonrasında Adana'daki uzmanları araştırdı. Birçok yerde adı geçen bir doktordan randevu almak için özel hastaneyi aradı. Ertesi gün sabahına randevu aldı. O an için yapılacak her şeyi yapmış olması içini ferahlatmıyordu. Eşinin de bu umarsız çabalarını neredeyse alaycı denebilecek bakışlarla izlemesi işini hiç kolaylaştırmıyordu.
O gece hayatının en zor gecelerinden biriydi. Sırt sırta vermiş yatan iki yabancıydılar. ikisi de diğerinin uyumadığını bildiği halde uyuyormuş gibi yapma oyununu bozmadı.
Ertesi gün özel hastanedeki doktor malumun ilanından başka bir şey söylemedi. Riskliydi ama kontrollü bir şekilde çocuk yapabilirlerdi. Sürekli gözetim alıntında olursa sağlıklı bir çocuk yapabilirlerdi. Ama çocuğun hasta olamayacağına ilişkin %100 garanti veremiyordu.
Hastane çıkışı eşini işine bıraktı kendi işine gitti. Günlerden Cuma olduğu aklına geldi. Öğlen izin aldı camiye gitti. Hiç adeti değildi. Hatta inançlı bir insan bile olduğu söylenemezdi. Ama çaresiz kalan her insan gibi sığınacak bir yer arıyordu. Belki de ağladığının belli olmayacağı bir yer. Gözlerinde yaşlarla namazını kıldı...
Günler günleri kovalarken eşiyle bu konu hakkında hiç konuşmadılar. Ama ikisi de yokmuş gibi davrandıkları gerçeğin altında eziliyordu. Doktorun "gözetim altında çocuk yapabilirsiniz" telkinine karşılık ikisinin de gözlerinin önüne akdeniz anemisi hastası çocukların fotoğrafları geliyordu.
Burun kökü çökük, alın ve elmacık kemikleri çıkık, üst dişler öne fırlamış, baş dört köşe şeklinde... çoğu ergenlik dönemini bile göremeyecek çocukların fotoğraflarıydı onların birbirine dokunamamasının nedeni.
Bir beyaz kağıdın tabuta dönüştürdüğü bir zaman huzur buldukları evlerindeki ölüm sessizliği kadının konuşması ile bozuldu. "bu böyle devam etmez. Ben boşanmak istiyorum..." sırtından bıçaklandığını hisseden erkeğin haykırışları, çığlıkları sese dönüşmedi. Ağzı mühürlenmiş gibiydi. içi daraldı. Nefes alamıyordu. ağlamak isteyip de ağlayamadığı zamanlarda olduğu gibi boğazı düğümlenmişti...
Zorla kendini evden dışarı attı. Bir yandan yürürken diğer yandan %100 garanti veremeyen doktora, tıp’a, hastalığa, kadere en çok da kendine ağız dolusu küfür etti.
Şiddetli geçimsizlik nedeniyle boşandılar...
Oğlan ara ara hafiye gibi gider kızı izlerdi. Kız bankacıydı. Masası bankanın sokağa bakan tarafındaydı. Hala çok güzeldi. Bir şekilde yaşama tutunmaya çalışıyordu.
Ortak arkadaşlarından eski karısının evleneceğini öğrendiğinde kahrolacağını bile bile düğününe gitti. Sanki kendine çektirdiği acılar artınca huzura erecek gibi psikopat bir cellat iştahıyla kendine eziyet ediyordu. Kapıda bir zamanlar anne baba dediği kayın validesi ile kayın babası düğüne gelenleri karşılıyordu. Onu görünce boyunlarını büktüler. Bir şey diyemediler. Oğlan da oraya arıza çıkarmaya gelmemişti zaten. Usulca en izbe köşeye geçti. Göz yaşlarını içine akıtarak düğünü izledi.
Düğün gününden sonra eski karısını takip etmeyi bırakmıştı. Çoğu zaman eski karısının çalıştığı bankanın bulunduğu sokaktan bile geçmiyordu. Ama bazen dayanamıyor. Arabayla bankanın önünden geçip birkaç saniyeliğine de olsa eski eşine bakıyordu. yaraya tuz basmak dert miydi yoksa derman mı bilmiyordu...
Bir beyaz kağıdın kaderini değiştirdiği o günden sonra oğlanın hayatta keyif aldığı tek şey eski eşi ile onun çocuğunu birlikteyken izlemekti. insanın canını yakan şeyin aynı zamanda yaşamının anlamı olmasına bir anlam veremeden buna yıllarca devam etti.
Oğlan bir ömür evlenmedi. Herhangi bir çocuğu kucağına alıp sevemedi... Bir park, bir anne ve bir çocuktan ibaret cehenneminde yandı, durdu...