Marksist literatürün ilk eserlerinde ulus kavramına kimi göndermeler olsa da bu kavrama ilişkin net bir tanım yapılmamaktadır. Ancak Marx ve Engels, siyasal gündem ulusu sınıflar mücadelesinin önündeki bir sorun olarak dayattıkça bu kavramı gündemlerine almışlardır. Sadece Marx ve Engelsin siyasal değerlendirmelerinin içine saçılmış olan göndermelere yaslanarak bir ulus tanımı yapmak mümkün görünmemektedir. Ancak, bunlardan yola çıkarak söylenebilecek en betimleyici ifade şu olacaktır: Marksizmin ulus anlayışı, onu tarihsel koşullar tarafından belirlenmiş bir süreç olarak görmekten yanadır. Ulus söz konusu olduğunda tarihsel koşullardan kasıt, kapitalist üretim biçiminin gelişimi ve onunla el ele giden modernizmdir. Marksizme göre ulus, burjuvazinin tümüyle denetleyebileceği ve yönlendirebileceği, yerel pazarlar ile denizaşırı/uzun mesafe ticaretin partikülarist kısıtlarından ve belli ölçülerde rekabete kapalı doğalarından uzak bir pazar ihtiyacı çerçevesinde biçimlenmiştir ve buna uygun olarak devlet mekanizmasının yeniden örgütlenmesi ile toplumsal düzlemde müdahaleler ve mücadeleler ile inşa edilmiştir. Bu arayışın kökleri Avrupada merkantilizmin hüküm sürdüğü onaltıncı yüzyıl ile on dokuzuncu yüzyıl arasındaki döneme kadar geriye götürülebilir. Görüldüğü üzere ulus, doğuşundan itibaren ortaya çıkışı iktisadi faktörler tarafından belirlenen bir siyaset arenasıdır. Ancak ulusun inşası esnasında maddi ve nesnel unsurların yanı sıra, pek çok öznel unsur da devreye girecektir.
Marksizm, ulus kavramına ve değişik ulusal kimliklere bakarken çeşitli burjuva ideolojilerin ama özellikle milliyetçiliğin kendisine dayanak edindiği primordiyal yaklaşımı baştan dışlar. Primordiyal yaklaşıma göre, insanlık etnik biçimde bölünmüştür ve bu bölünme doğaldır. Bu nedenle, ulusal kimlikler öncesiz, ezeli kimliklerdir. Ulusal/etnik kimlikler arası mücadele ve çatışma, grup üyeleri dış dünyayı kendi kimlikleri üzerinden anlamlandırdıkları için kaçınılmazdır. Primordiyal yaklaşım, ulus içindeki çelişkileri tümüyle görmezden gelerek, ulus-içi ilişkilerin dayanışmacı, barışçıl ve düzenli olduğunu varsayar. Bu bakış açısı milliyetçi tarihyazımlarının tamamına içkin durumdadır.
Marksizm için ise temel birim sınıftır. Tarihi sınıflar mücadelesi olarak gören ve bunun üzerine inşa eden Marksizm için ulus, siyasal ve kuramsal anlamda kendi başına ele alınabilecek, sınıfsal ayrımları gölgeleyecek biçimde bütünlük atfedilebilecek bir birim değildir. Ancak, Marksizmin ulus ile yakından ilişkili olarak milliyetçiliğe ve enternasyonalizme bakışı genel olarak yüzeysel okumalara tabi tutulmuştur. Bunun en önemli nedenlerinden biri, Marksizmin ulusa bakışının anlaşılamamış olmasından kaynaklanır. Söylediğimiz gibi Marksizm için anlamlı siyasi birim tartışmaya yer bırakmayacak biçimde sınıftır; ancak, mücadelenin üzerinde şekillendiği zemin ulustur. Buna bağlı olarak, Marksizm için iktidar birimi ulus-devlettir. Sınıf iktidarının temelinin ulusal zemin olduğu vurgusu Marksist yazında Alman ideolojisine (1845) kadar geriye götürülebilir. Yüzeysel kimi yorumlarda enternasyonalizmin nişanesi olarak gösterilen Komünist Parti Manifestosundaki (1848) işçilerin vatanı yoktur. Sahip olmadıkları bir şeyi onlardan geri almak mümkün değildir. ifadesi hemen arkasından proletaryanın siyasal egemenliği ele geçirmesi ve kendisini ulusal sınıf konumuna yükseltmesi, hatta bizzat kendisini ulus olarak kurmak zorunda oluşu yönünde vurgularla devam eder. Görülmektedir ki, işçi sınıfı, sınıf mücadelesinin doğasından bağımsız değildir. Dolayısıyla, Marx ve Engels için işçi sınıfının kapitalist sömürü mekanizmasının evrenselliği ve ona karşı mücadelesi ile birbirine bağlanmış olması, ulus kavramının gereksizliği anlamına gelmemektedir. Manifestonun yayımlanması ile benzer zamanlarda Engels, 20 Şubat 1848 tarihli Deutsche-Brüsseler Zeitunga yazmış olduğu makalede Alman onurunun (die deutsche Ehre) ancak Alman işçi sınıfının radikal bir devrimiyle onarılabileceğini dahi yazmıştır. Bunlara ek olarak, Fransada iç Savaşta (1870-1871) Marx, Paris Komünü ve uygulamalarından söz ederken bu sürece birden fazla kez Fransanın yeniden doğuşu diyerek, aslında, Manifestoda formüle ettikleri denklemin değişmediğinin altını yirmi yılı aşkın bir süre sonra çizmiştir. Marx ve Engelsin uluslara bakışı da, onun bir türevi olarak enternasyonalizm algısı da, bir çeşit nihilizmle malul değildir.
Bunu daha yakından görmek için Marksizmin sıkça eleştiriye konu olan tarihsel uluslar tarihsel olmayan uluslar dikatomisine bakmak gerekir. Bu ayrım, Hegelden devralınmış olmakla birlikte, Marksizmin ulusa ve milliyete bakışının ne derece siyasal olduğunun bir kanıtı olarak görülebilir ve günümüzde süren Marksizm içi kimi tartışmalara ışık tutabilir. Tarihsel uluslar kategorisi, geçmişlerinde bölünmemiş ya da tümüyle yabancı istilasına uğramamış, daha da önemlisi proleter devrim için en elverişli zemini sunan yahut bu zemini besleyen uluslardır. Marx ve Engelsin yazdıklarında bu iki kategoriden ilki ikincisine karşı açıktan desteklenmiş, tarihsel olmayan uluslar, kapitalizmin on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısındaki düzleyici ve devrimi hazırlayan dönüştürücü etkisi karşısındaki gerici doğaları nedeniyle çok sert ifadelerle betimlenmişlerdir. Marx ve Engelsin bu tavrı da yine yüzeysel biçimde yorumlanarak, özellikle Hindistandaki ingiliz sömürgeciliği üzerine Marxın yazdıklarından yola çıkılmak suretiyle, Marksizmin sömürgeciliği olumladığı, Avrupa-merkezci ve şarkiyatçı olduğu sonucuna varılmıştır. 19. yüzyıl Marksizmi için Avrupa-merkezcilik bir suçlama değil bir durum saptaması olabilecekken, uluslar arasında yaptıkları kategorizasyondan yola çıkarak geliştirilen sömürgeciliğe sempati ile bakış ve şarkiyatçılık suçlamaları ancak bağlamsız alıntılarla kanıtlanmaya girişilebilecek kadar temelsizdir. Marksizmin bakışı şarkiyatçı olarak nitelenemez, zira Marxın Hindistan için kullandığı ifadelerin çok benzerlerini aynı zamanlarda kaleme alınan Louis Bonaparteın 18 Brumairei (1851-1852) ismi ile kitaplaştırılan çalışmasında Fransız köylüsü için yazdığını bilmekteyiz. Kronolojik olarak bakıldığında ise Marx ve Engelsin kapitalizmin değişen karakterine ve dolayısıyla sömürgecilik pratiğine koşut olarak uluslara ve ulusal hareketlere bakışları da geç tarihli metinlerinde değişmeye başlamıştır. Engelsin New York Daily Tribune için yazdığı bir makalede (22 Mayıs 1857) sömürgeciler medeniyet bezirganları (civilization-mongers) olarak adlandırılmakta ve Çindeki sömürge-karşıtı mücadele alkışlanmaktadır. Tarihsel olarak bakıldığında, komünizm ile ulusal kurtuluş mücadeleri arasındaki mesafe daha bu dönemde kısalmaya başlamıştır.
Marksizmin ulus kavramına bakışı, dolayısıyla uluslar siyaseti kendi başına ele alınamaz. Yirminci yüzyılın başındaki tartışmalara baktığımızda bu kavramlar etrafında ortaya çıkan tartışmaların temelinde de kapitalist üretim biçiminin geçirdiği dönüşüm, emperyalizm aşamasına geçiş ve burjuva devrimlerinin ilerici özelliğinin kesin biçimde ortadan kalkmış olması yatmaktadır.
Bu tartışmalarda biçimlenen üç ana çizgi, Avusturya Marksizmi, Spartakizm ve Bolşevizmdir. Avusturya Marksizmi, temel olarak Otto Bauerin Ulusal Sorun ve Sosyal Demokrasi (1907) çalışmasına dayanan tezlerinde, ulus tanımını kültürel bir zeminde yapmış ve ulusu kader birliği ile birbirine bağlanmış kendine has bir yapıya sahip topluluk olarak tanımlamıştır. Çok açık biçimde idealist olan bu tanım, hem Spartakizm hem de Leninizm tarafından sert biçimde eleştirilmiştir. Temel hatları Rosa Luxemburg tarafından Ulusal Sorunda (1909) biçimlendirilen Spartakist tez ise bir burjuva kategori olarak gördüğü ulusun komünist siyaset içindeki yerini reddetmiştir. Bu iki akımın dışında, devrim öncesinde halklar hapishanesi olarak adlandırılan Rusyada marksizmin bu konudaki kalkış noktalarından uzaklaşmadan, uluslararası dinamikler, Rusya öznelliği, ancak daha da önemlisi devrimci mücadelenin Rusyadaki ihtiyaçlarından yola çıkılan başka bir uluslar siyaseti şekillenmiştir. Bolşevizmin uluslar siyaseti Lenin ve özellikle Stalinin 1904e kadar geri götürülebilecek (Stalin, Ulusal Soruna Dair Sosyal Demokrasinin Görüşü) metinlerine dayanmaktadır. Metinlerin ortak noktası ve tanımlardan daha önemlisi, hem Lenin hem de Stalinin Rusya koşullarında değişik etnik kimliklere sahip işçi sınıfı üyelerinin örgütsel ve siyasal birliğine yaptıkları vurgudur. Bolşevizmin, yirminci yüzyıl başında Rusyada geliştirmiş olduğu uluslar siyaseti, keskin hatlarla ulusların kendi kaderini tayin hakkı olarak formüle edilmiştir. Stalin, devrim öncesi ve sonrasında da uluslar siyasetine ve bununla ilgili pek çok konuya, örneğin Marksizm ve dil arasındaki ilişkiye dair pek çok eser vermiştir. Bunlardan belki de en önemlisi ve en sistematiği 1913 tarihli Marksizm ve Ulusal Sorun çalışmasıdır. Stalin, burada net bir ulus tanımı yapmaktadır. Staline göre ulus, tarihsel olarak ortak dil, toprak, iktisadi yaşam ve ortak kültür biçiminde şekillenen psikolojik bir yapı üzerinde kurulmuş insan topluluğudur. Staline göre bu unsurların biraradalığı ulusun olmazsa olmazıdır. Stalinin tanımı hem nesnel unsurlara aşırı derecede ağırlık vermesi hem de ulusal kimliğin inşasında söz konusu unsurlar arasındaki eşitsiz gelişimi kavramak için uygun zemini sağlamaması nedeniyle sınırlandırıcı bulunarak eleştirilmiştir.