henüz ilkokul birinci sınıfta bile değildim o zamanlar. daha iyi hatırlamak için şöyle bir geçmişe gidip okula beş buçuk yaşında başladığımı düşünecek olursam, sanırım o zaman beş yaşına gireli bir-iki ay kadar olmuştu diyebilirim. zenci bir adamla evli rus bir hatundan doğmuş gibi melez görünümlü bir çocuktum. sünnet olalı kırk günü bile geçmediği için şalvar giyiyordum. tabii şalvar benden biraz daha koyu renkteydi. köydeki tek arkadaşım hasan ve köy ağasının şoförünün oğlu eyüp ile beraber köyümüzün tek ve kullanılmayan okulunun bahçesinde tir tir titreten soğuğa rağmen dolaşıyorduk.
hasan benden dört yaş, eyüp de hasandan dört yaş büyüktü. ben daha çok hasan ile arkadaştım. hasan, köyümüzdeki o zaman on iki şimdi dört- haneden birinin çocuğu, aynı zamanda babamın amcasının torunuydu. aslında hasanla arkadaşlığım mecburiyettendi, çünkü köyümüzde ondan başka ben yaşlarda kimse yoktu. belki o zamanlar neredeyse benim yaşımın iki katı yaşı vardı ama boyumuz hemen hemen aynıydı. o, sıska, ufak tefek biri değildi de ben biraz iri yapılıydım. zaten ergenliğe de on yaşında giren ben, lise bitene kadar hep öyle sulak ortamda yetişmiş gibi görünürdüm başkalarına. neyse fiziksel yapımın hikâye ile hiçbir ilgisi yok, devam edelim.
eyüpün ailesi çok yoksuldu. köy ağasının isteği üzerine tarlada, bağda, bahçede iş görmek için getirilmiş, ağanın büyükbaşlarının kaldığı ahırın hemen yanına derme çatma barakaya benzeyen bir eve yerleştirilmişlerdi. eyüpün bir gözü görmeyen ve çocukları için saç tıraşı yapmaktan keyif alan, bazen de bu keyfi köyün diğer çocuklarının ya da benim saçlarımdan almaya teşebbüs eden ama paslanmış makasından korktuğum için her seferinde elinden kaçarak kurtulduğum bir annesi, altı tane kız kardeşi, köyde her çocuğun korktuğu, yüz çizgileri jilet gibi keskin, hayko cepkin gözlü bir de babası vardı. eyüp kekemeydi ve ben onun dilini hiç anlamazdım. belki de bu yüzden yakın arkadaş değildik; eyüp benden sekiz yaş büyük olduğu için değil.
kullanılmayan, eski ve bana göre köyümüzün en güzel yeri olan okul, tuvalet ve bir sınıftan oluşan bina ile öğretmen lojmanını da bu bahçenin içinde olduğu için- sayarsam, toplamda üç binadan oluşuyordu. daha önceki yıllarda hayal meyal hatırlıyorum- bu okul o kadar güzeldi ki köy denildiği zaman hemen burası aklıma gelirdi. o zamanlar bahçesinde köyün başka yerinde göremediğim çeşit çeşit ağaçlar, yerlerde farklı renklerde çiçekler, bahçenin bir köşesinde teşbihte kusur olmaz ama- zemzem gibi su akan ve üstündeki yazılarını okuyamadığım, taştan yapılmış bir çeşmesi vardı. yine o zamanlar bahçe içindeki binaların kiremitleri sanki daha canlı bir renkteydi, aynı zamanda binaların duvarları da en az kiremitler kadar canlıydı. biz orada dolaşırken de sevdiğim bu mekân güzeldi ama kış mevsimi olduğu için ağaçlar biraz soyunmuş, okulun dışından bakıldığı zaman dalların arasından binalar rahatlıkla görünüyor ve bir gizemi, cazibesi kalmıyordu. hasan, halam ve köyün diğer çocukları bu okulda okurken onları ders esnasında izlemek için gizlice baktığım pencerelerin camları neredeyse tamamen yerlere inmiş, bu parçalar her ne kadar hava güneşli olmasa da gün ışığının etkisiyle parlıyordu. çeşmeden o baldan tatlı su da akmıyordu.
bu okulun yerini devlete bağışlayan benim adaşım olan dedemdir. tabii ben bunu o zaman bilmiyordum. belki bilsem, hırsız gibi okulun içine giren iki arkadaşa müsaade etmezdim. çocuk aklı işte
hasan ile eyüpün planları ne idi, bilmiyorum. öğretmen lojmanının içine girdik ve dondurucu soğuğa rağmen içeride dolaşmaya başladık. her yer yıkık döküktü. yerde bir asma merdiven gaziantepte buna süllüm denir- vardı. eyüp merdiveni aldığı gibi içeriden net bir şekilde görünen tavan arasına, yani çatı katına dayadı. sonra acele ile merdivenden çıkıp elleri ile bir şeyler yaptı. bir şeyler yaptığını biliyordum ama ne yaptığını göremiyordum. ben heyecan içinde beklerken yanımda duran ve sanki bir şeyler bekleyen hasana baktım, bana sesini çıkarma dedi. sanki çıkarsam biri duyacak. eyüp yere, ayağımın hemen yanına bir şeyler attı. kafamı yere eğince kafası kopmuş ve boynundan kanlar akan üç güvercin gördüm. henüz şaşkınlığım geçmeden dördüncüsü, beşincisi, altıncısı ve dahası geldi. eyüp bir yandan başlarını kopardığı güvercinleri ayağımızın dibine atıyor, hasan da bu güvercinlerin tüylerini yoluyordu. bana da yapmamı söyledi ama şaşkınlığım bir türlü geçmiyordu. korkmuyordum, sadece şaşkındım. çünkü ilk defa böyle bir şey görüyorum. hem bunlar ne yapmaya çalışıyorlar diyordum kendi kendime.
sonra ben de yardım etmeye başladım. heyecanım biraz geçmişti. ağzımdan ilk çıkan cümle hasana bakmadan oluyor mu hasan idi. hasan oluyor. çabuk ama dedi. sonra eyüp de gelip bize yardım etti ve bütün güvercinlerin tüylerini yolduk. hepsi bittikten sonra eyüp cebinden paslanmış bir bıçak ve bir poşet çıkardı. bıçakla güvercinlerin karnını yarıp içinden bir şeyler çıkarıp bir tarafa fırlattı ve güvercinleri poşetin içine koydu. okuldan hızlıca çıkıp hemen okulun yanında bulunan yolu geçtik ve dağa çıktık. köy görünmüyordu artık. köy uzak olduğu için değil, dağın arkasına geçtiğimiz için evler görüş alanımızın dışında kalmıştı.
dağa çıktığımızda hasan ve eyüp biraz çalı çırpı topladı. o zaman anladım ki güvercinleri çöp şişlerde kızartıp yiyeceğiz. o zamana kadar hiç güvercin eti yememiştim.
çalı çırpı toplandıktan sonra kaya parçalarından küçük bir taş ocak yapıldı. geriye bir tek ateşi yakıp çöp şişlere saplanacak olan güvercin etlerini kızartmak kalıyordu. hava o kadar soğuk, o kadar rüzgârlıydı ki ateşi yakmakta muvaffak olamadık, daha doğrusu olamadılar. ben küçük olduğum için işin ateş kısmına karışmıyordum. soğukta titreye titreye ne yapacağımızı düşündük. en sonunda hasan dedi ki bize gidelim. ocağa girer ateşi orada yakarız. annem bir şey demez herhalde.. heyecanlıydım, mutluydum, çünkü ilk defa güvercin eti yiyecektim.
hasanlara doğru yola koyulduk. yürüdükçe ayakkabımın altına yapışan çamur miktarı artıyor, bu çamuru temizlemek için bazen durup büyük taşlara ayağımı sürtüyordum ama kısa zamanda o çamurlar tekrar birikiyordu. hasanın evine yaklaştığımız zaman evin önünde büyük bir kalabalık vardı. bu soğukta normal değildi tabii. bu kadar insanın toplanması için gerçekten çok önemli bir şeyin olması gerekiyordu, çünkü yağmur inceden üstümüze damla damla serpiştiriyordu. gidip baktık. hasanın babası kırmızı renk bir traktör almış. lastiklerindeki çamuru görmezden gelirsek ışıl ışıl bir traktördü. hafiften çiseleyen yağmur taneleri traktörün üstüne düştükçe sanki bu ışıltıyı bir kat daha artırıyordu. köydeki ilk sıfır traktör bildiğim kadarıyla oydu. herkes traktörün etrafına büyük bir çember oluşturmuş, traktörün lastiklerinden koltuğuna, direksiyonundan vitesine kadar her yerini inceliyorlardı. bilirsiniz, traktör, tarlası olanlar için köyde olmazsa olmaz bir unsur. hele tarlaları dağlık alanlarda olmayanlar için amcam ve babaannem de oradaydılar. köye gelen bu sıfır model traktörü inceliyorlardı diğer köylüler gibi. ben bu yüzden traktörün biraz daha uzağında kalmayı tercih ettim, çünkü beni görürlerse kızarlar. traktörün özelliklerini şaşkın köylülere anlatan ve bir taraftan elindeki çubukla lastikteki çamurları temizleyen babası hasanı görmedi bile. o, en heyecanlı olanlardandı ve bırak hasanı, eksilerde olan soğuğu bile sanırım hissetmiyordu. ne amcam ne babaannem ne köylüler ne de o traktör umurumda değildi; aklım güvercinlerdeydi.
hasan, ben ve eyüp evin ocağına girdik. hasan hemen sap ve çalıları getirdi, tam ateşi yakacakken annesi içeriye girdi. ne yapıyorsunuz siz burada? hasan anlattı. annesi tamam ama gelin mutfakta daha iyi temizleyip terbiyeleyelim dedi. sevindim. ilk defa güvercin eti yiyecektim.
ocaktan çıkarken hasan bana sen gelme lan dedi. çok şaşırdım. neden? dedim. annem de var zaten. bu bize ancak yeter. hadi sen evine git. dedi. o soğukta başımdan aşağı kaynar sular iniyordu sanki. ama ben de size yardım ettim, ben de tüylerini yoldum, ben de dağda çalı çırpı topladım dedim. annesi bana dönüp yürü git lan evine dedi. eyüp bir şey demedi. aslında o gitmemi istemiyordu biliyorum. hasan ve annesi beni kovarken o da şaşırmıştı.
hava kararıyordu ve ben ağlaya ağlaya çamurlu yollardan eve doğru gittim. soğuk olduğu için kimsenin girmediği, eskiden daha çok köyün ileri gelenlerinin kullandığı bize ait bir oda vardı. o odaya gidip yarım saatten fazla bir süre de orada ağladım. olayı düşünmemeyi, üzülmemeyi düşünemiyordum bile, çünkü küçücüktüm. boğazıma bir şey düğümlenmişti sanki ve ben ne kadar ağlasam onu çıkaramıyordum bedenim önemli değil; duygularım, nefsim, zihnim henüz dünyanın kötülüklerine çok yabancıydı ve benim için o zamana kadar yaşanmış en kötü olay buydu. oysa ben ilk defa güvercin eti yiyecektim.
dayanamadım. o zamana kadar güvercin eti nasıl yenir, bir usulü adabı var mıdır, onu da bilmiyordum. çocuk aklı işte tekrar o çamurlu yollardan hasanlara gittim. ama yanlarına yaklaşamazdım tabii. evlerinin bir duvarındaki birkaç pencerenin en sağdakinden içeriye bakmak için duvarın kenarına büyük bir taşı sürükledim ve üstüne çıkıp buğulu camdan içeriyi gözetlemeye çalıştım. zaman geçtikçe belki de hava iyice karardığından- içeriyi daha net görüyordum. onlar güvercin etini yerken ben ağlaya ağlaya onları izledim, boğazımdaki o düğümü atmaya çalıştım ama ne kadar ağlasam söküp atamadım. o zamanki aklımla, düğümün boğazımda değil, yüreğimde olduğunu bilmiyordum. güvercinleri benim gözlerimin önünde yiyip bitirene kadar pencerenin kenarında onları seyredip ağladım. sonra o çamurlu yoldan eve gitmedim. köyün arka taraflarına, ağaçlık bir alana gidip karanlıkta bulabildiğim en yüksek ağaca çıktım ve biraz da orada ağladım. o katı yürekli insanlardan, köyden, ışıltılı traktörden ne kadar uzaklaşsam, ne kadar yüksekte olsam da yüreğimin acısını dindiremiyordum. düşündükçe sinirleniyordum, sol yanım acıyordu.
eve gittiğimde annemden birkaç tokat yedim, çünkü geç kalmıştım. hızlı vurmadı. annem beni sever. belki de o kadını gördükten sonra annem bana melek gibi görünmeye başlamıştı, bilmiyorum. gerçi ne kadar hızlı vurursa vursun, bugünkü olay kadar içimi acıtmazdı. hiç ağlamadım. hiç canım yanmadı. o zaman anladım ki; aslında insanın ufak tefek acılara direnebilmesi için büyük acılar yaşaması gerekiyormuş. o zaman ben nereden bilirdim acıyı? o yaşıma kadar beni en çok inciten şey oydu. ben bilemezdim ki o olayın sadece çocuk olduğum için bana acı verdiğini. ben bilemezdim aslında o olayın hiçbir şey olduğunu. çünkü çocuktum ve aklım yok denecek kadar azdı. çünkü çocuktum ve hiçbir şey bilmiyordum. ben, beş yaşına gireli henüz bir-iki ay olmuş bir çocuktum çünkü.
o akşam nedendir bilmiyorum, erken yatmak istedim, yatağa gittim ama uyuyamadım. çok düşündüm olanları, yüreğim tekrar tekrar yandı, yandı, sanki kül oldu.
sabahleyin annemle amcamın seslerine uyandım. yanı başımda konuşuyorlardı. bütün köy geceleyin uyanmış. amcam gözlerini açmış, anneme bir şeyler anlatıyor. annem nasıl yanmış, niye yanmış diye amcama sorular soruyordu. anne nolmuş dedim, annem beni duymadı bile. sonra annem amcama bir şeyler söyledi gitti. ben de amcama sordum ne oldu diye. hasanın babasının aldığı traktörün geceleyin yandığını söyledi. hemen dışarıya fırladım. o tarafa doğru giden annemin peşinden koştum ve annemle birlikte hasanlara gittim. hasanın babası, ağabeyi ve annesi köyün ileri gelenleriyle birlikte traktörün başında bir şeyler konuşuyorlar, hasan da ağlıyordu. adamların arasından geçip traktöre baktım, traktör yanmış, simsiyah olmuş. kömür rengindeki traktörün yanından uzaklaşıp hasanın yanına gittim. hasan bana uzun uzun bakarak ağlamaya devam etti. eyüp de hasanın yanındaydı ama o sadece traktöre bakıyordu.
itiraf ediyorum; o traktörü ben yaktım!
bir gün önce yanıp yanıp kül olan yüreğim için yapabilecek başka bir şey bulamadım. geceleyin herkes uyuduktan sonra mutfaktaki el fenerini alıp köpeğimiz lassieye görünmeden buğday ambarına girdim. buğday ambarının bir köşesinde hurda yığını, alet edevat, birkaç bidon benzin mi mazot mu olduğunu bilmediğim ama kokusundan yakıt olduğunu anladığım sıvı vardı. çocukça aklımla bir filmde gördüğüm bir şeyi yapacaktım. bidonlardan birini alıp hasanlara doğru yürümeye başladım. bidon çok ağırdı, o soğukta kan ter içinde kaldım ama nihayetinde traktöre kadar gitmeyi başardım. en büyük korkum, hasanların köpeğine yakalanmaktı. yakalanmadım, çünkü kendim için o gece koyduğum tek kural sessiz olmaktı. karıncadan daha sessiz bir şekilde traktörün üstüne çıkıp yavaş yavaş bidonu traktörün her yerine boşaltmaya başladım. sonra filmde gördüğüm gibi biraz da traktörün lastiğinden itibaren düz bir çizgi oluşturacak şekilde evin duvarının köşesine kadar döktüm. duvarın köşesine çekilip amcamın cebinden aldığım zippo marka çakmağı hala saklarım o çakmağı- çıkarıp yaktım. sanırım o gece çıkardığım en büyük ses, çakmağın sesiydi. çakmağı yere atmak istemedim. çakmak yardımıyla bir kâğıdı zorla tutuşturup allahım beni affet diyerek yakıtın üstüne attım ve yerdeki bidonu kaptığım gibi hayatımda hiç koşmadığım hızda koşup ambara gittim. bidonu ambara bıraktıktan sonra şimşek hızıyla yatağıma gittim. içim rahatlamıştı. mutluydum. uyudum. eğer bunu yapmasaydım uyuyamazdım.
pişman mıyım? hem de çok. ama bilemezdim. beş yaşıma bile yeni girmiştim. nereden bilebilirdim ki bunun kötü bir şey olduğunu? biri beni yakalayıp neden yaptığımı sorsa, duygularımı bile ifade edemezdim. biz her şeyi beraber yaptık ama onlar da böyle böyle yaptılar bana diyemezdim. ben de o soğukta onlarla beraber güvercinleri yoldum. diyemezdim. çünkü ben ilk defa güvercin eti yiyecektim. diyemezdim. oysa ben ilk defa güvercin eti yiyecektim.
hasanın ailesi için hâlâ üzülüyorum. her zaman aklıma geliyor, babası veysel amca için kahroluyorum. veysel amcanın maddi durumu şimdi çok kötü. her zaman, onların şimdiki maddi durumunun kötü olmasına ben sebep oldum diye düşünüyorum, canım sıkılıyor. hiçbir şey geçmişi geri getirmeyecek. çok zengin de değilim ki gidip o adamcağıza yardım edeyim. allah kahretsin! onların kaderi de böyleymiş diye hep kendimi avutup acımı dindirmeye çalışıyorum ama öyle olmadığını biliyorum. bir ailenin kaderini değiştirdiğim için kendime, bu dünyanın adaletine ve hasana lanet ediyorum. sonra, hasan da benim gibi çocuktu diyorum. bilemezdi o da yaptığı yanlışı diyorum ama kendimi hiçbir zaman tam olarak avutamıyorum. en sonunda beni o evden kovan annesine küfrediyorum, çünkü biz cahildik, çocuktuk ama o büyüktü; cahil olmasaydı, biraz duygu olsaydı adaletli olabilirdi. sonuçta hasanı yetiştiren de oydu. hasana oğlum ayıp bu yaptığın. onun da hakkı bu güvercinlerden yemek. diyebilirdi. ama bir insanda duygu yoksa ne adaletli olabilirmiş ne de empati kurabilirmiş.