okulun bitmesiyle birlikte ağzımda mahmut abinin bakkalından arakladığım sakız ile yeni aldığım ışıklı ayakkabıları denemek, onlarla dışarıda gezmek için hızlı adımlar atarak eve yürüyordum. olay sonrası yaptığım tespit ve oluşturduğum kuramlara göre saat 4 sıralarıydı. fabrikadan çıkıp servise binen işçiler, zilin çalmasıyla dışarı fırlayan amk liselileri, merkez camiinin karlı bahçelerinde dolaşan ihtiyarlar.. herşey rutin ve olması gerektiği gibiydi...
eve yakın biryerlerde dinlenirken, içimde çok sıkıntılı olarak tanımlayabileceğim bir duygu vardı. dinlenmek için oturduğum kaldırımda olabildiğine uzanan dağ manzarasında gözlerimi eritip şerlok holms olma hayalleri kurarken yaşlı bir dedenin sümkürmesiyle irkildim. tanrım, eve gitmem gerekiyordu. ışıklı ayakkabılarıma zarar gelme olasılığı gözümde canlandıkça daha hızlı koşmaya başladım.
5 dakikaya yakın bir zamanda içeri girdiğimde korkunç bir manzara ile karşılaştım, ayakkabılarım yerindeydi!!! şerlok holms olma hayallerim yine suya düşmüştü. her ne kadar ışıklı ayakkabılarım benim için değerli olsa da onların kaybolması yeni bir dava için harika bir fırsattı...
ışıklı ayakkabıların kaybolmamasına sevinmem ve içimdeki şerlok ateşinin sönmesine üzülmem bende garip duygular uyandırdı. içeri girip uzatmadan 'sa' dedim. babaannemin üstüne oturduğu ev telefonunu farketmediğini tahmin ettim. elindeki tespihi süpanalla süpanalla diye diye çekiyordu. ne yaptığına anlam veremeden oradan uzaklaştım. annem mutfakta yemek yapıyordu ve o yine lanet soruyu sordu
- geldin mi yavrum?
cevap vermemeyi tercih edip orada olduğumu belirtmek için gürültü çıkardım. yaptığım hareketi anlayacak kadar zekidir umarım diyerek iç geçirdim. sonraki yarım saat normal ev işleri ile geçti...
yarım saat sonra yemek yemek için aynı odada buluştuğumuzda kardeşimin evde olmadığını farkettim. anneme sorduğumda ''saat 3'de gelmeleri lazımdı bir buçuk saat oldu, merak ettim yemek yedikten sonra bakıver'' cevabı aldım. evet bu aradığım fırsat olabilirdi, içimdeki şerlok holms ateşinin yeniden alevlenmesini sağlayacak ilk davam olabilirdi. işte bu hoşuma gitmişti. yemeği yermiş gibi yapıp, yanımda oturan babannemin terliklerine doldurdum. bunu kimseye farkettirmeden yapmanın heyecanı ile dedektif olma isteğim daha da artmıştı.
ayağa kalktım, eşyalara baktım. kardeşimin montu ve eldivenleri hala oradaydı. bu kadar soğuk havada dışarı montsuz çıkması beni şüphelendirdi. hemen gözlemlerimi fosforlu kalemle güzel yazı defterine kaydettim.
neyse nerde kalmıştık, defter ha kaydettim. dedektiflik masallarında okuduğum eline objeyi alıp hala sıcak fazla uzaklaşmış olamazlar klasiğini yapmadan olmazdı. elime kardeşimin eldivenini aldım, buz gibiydi. buz gibi olmuş amına goyum çocuk şimdiye yardırmıştır diye aklımdan geçirip vazgeçmeyi düşündüm. arkadan babannemin hava soğuk ya ondan soğuktur demesiyle şerlok aşkım yeniden zirveye ulaştı. tanrım , bu kadın bir dahiydi. en sıkıştığım anlarda pratik çözümler sunarak beni şaşırtan bu kadının bütün akli gücünü elindeki tespihten aldığı kanısına vardım. en yakın zamanda kendime bir tespih almalıyım diye düşündüm. bunu da eğik yazıyla güzel yazı defterime kaydetmeyi de unutmadım tabi.
şerlok der ki '' ne kadar göz önündeysen o kadar görünmezsin''
kardeşimin montunu ve eldivenini elime almış, koklayarak nereye gitmiş olabileceği hakkında tahmin yürütmeye çalışırken aklıma birden bu söz geldi. bir koşu odama gidip çırılçıplak soyundum ve altıma çok dikkat çekici olduğunu düşündüğüm mavi baksırımı giydim. evet, şimdi göz önündeydim. tam bir dahi olduğumu düşünürken babannemin '' gavurun dölü çırılçıplak soyunmuş, birde deliye bak sen'' diye bağırışıyla irkildim. ona böyle giyinmemin sebebinin bu karmaşık olayı daha çabuk çözmeme yardımcı olacağını anlatmayı düşündüm sonra anlamayacağını düşünerek, dışarı fırladım.
eksi derecelere düşen havada mavi baksırla dışarı çıkmanın garipliği bir yana, bana bakan kem gözlerden rahatsız olduğumu söyleyebilirim. işin kötü yanı üşümüştüm ama bunu belli etmemem gerekiyordu. kardeşimin eğer öldüyse katilleri, ölmediyse kaçırdığı kişiler, bir b*k olmadıysa da etrafımda benim boş bulunduğum herhangi bir anımı bekleyen kötü niyetli adamlar benim üşüdüğümü görüp bu boş anımı kendi lehine fırsatlara çevirebilirlerdi. not defterimi elime alıp delilleri gözden geçirdim.
kardeşim okuldan hiç gelmediğine göre önce okula gitmem gerektiğini düşündüm. dahi olmamın verdiği rahatlık ile boş adımlarla okulun yolunun tuttum.
kendimden emin adımlar ile ilerler iken, sokağın üst sokak ile kesiştiği yerde , üst sokaktan kızak kayarak gelen çocukları gördüm. önemsiz gibi gözüksede bunlar gerçekten harika deliller olabilirdi.
şerlok der ki '' küçük deliller her zaman en büyük etkiye sahip olanlardır'' dememiş de olabilir, emin değilim.
aşağıya doğru hızla kayıp, tekrar yukarı çıkan kurulmuş robotlardan pek de farkı olmayan bu emperyalizmin acınası, fakir veletlerinin yaptığı hareketlerin çoğunun düşük zekalarının birer ürünü olduğu kanaatine vardım. neticede onlar ben kadar olgun olmayan daha ışıklı ayakkabıları olmamış, fakir, ağızları pis kokan veletlerdi. benim de pek temiz olduğum söylenemese de ağız konusunda çok titizimdir. haftada bir fırçalarım dişlerimi. neyse şimdi size oturup kişisel başarılarını ve yaptığı övünesi hareketleri anlatıp onlardan gelebilecek hayret dolu, şaşkınlık geçirme durumunda ağızdan çıkan gereksiz bir söz olarak tanımlayabildiğim 'aaa' ibaresini alarak mutlu olacak değilim. bunlar eziklerin işidir.
neyse bu acınası veletleri izledikten sonra, benim kardeşim bu kadar salak işler yapmaz bunların yanında bulunması imkansız tavrıyla oradan ayrıldım. kenarda kızakla kaymaktan yorulmuş çocuğa, buradan
''beren saat boylu, dilara gönder gibi ayakları, aydemir akbaş gibi kulakları olan, burak özçivit'in yakışıklılığından gram benzerlik kapmamış, dilberay suratlı, şebnem ferah sil baştan klibindeki baterist çocuğa hiç mi hiç benzemeyen yamuk suratlı acınılası bir tip geçti mi?''
diye sordum.
çocuğun suratıma bakışlarının rahatsız edici olması, genel kültür seviyesinin çok düşük olduğunun göstergesi olabilirdi. soruma yanıt veremeyeceğini anlayıp oradan ayrıldım. şerlok olma yolunda hızla ilerliyordum.
şenay düdek gibi yüzüme bakan bu çocuktan korktuğumu belli etmeden okul yolunda devam ettim. 3 bilemedin 5 dakika sonra okulun bahçesine gireceğim sırada bakkaldan gelen amca oğlumu farkettim. buz gibi havada mavi baksır giyerek dışarı çıkmama şaşırmamış gibi duruyordu. bende belli etmek için çabaya girmedim açıkçası. bu arada iyiden iyiye üşümek değil, donmuştum. bunu belli edemezdim çünkü pusuya yatmış düşmanlarım olabilirdi.
bana sorgulayan gözlerle bakan amcaoğluma olayı baştan sona açıkladım. meraklı gözlerle beni süzdükten sonra beraber bitirelim şu işi. bu harika bir haberdi, şerlok gibi benimde artık bir ortağım vardı. işe alındın doktor watson diye bağırdım. birlikte okulun bahçesinden içeri girerek bu gizemli olayı biran önce çözecektik.
meme uçlarımı hissetmiyorum. çok soğuk..
dr. watson ile bir zamanlar benim de sıralarında at koşturup, duvarlarına çamurlu ayakkabılarım ile tekmeler savurduğum okula girdik. içerisi alışık olmadık derecede sessizdi. şansıma kaloriferlerin yanması mavi baksırım ile donmadan önce olayı çözmemi hızlandırabilirdi.
beni mavi baksırla gören bir zamanlar benim de öğretmenim olan birisi bana burada ne aradığımızı sordu. oluşturdum fiziksel görünüm onun kafasında herhangi bir dedektiflik hikayesi yaratmamış olmalı ki yüzüme anlamsız ifadelerle bakarak 'ne bu kılık kıyafet' işareti yaptı. işareti tam anlatamıyorum garip bir şeydi.
olayı uzun uzun ona anlatmak yerine öğretmenin bu şüpheli tavırlarını güzel yazı defterime kaydettim. kardeşimin öğretmenliğinide yapmış olacak ki ismini hatırladı ve yukarıda 6-b sınıfanda olabileceğini söyledi. tecrübelerim bunun dedektifleri baştan savmak için uydurulmuş bir yalan olmadığını söylüyordu...
ortağım ile 6-b sınıfının kapısına geldiğimizde içimde tanımlayamadığım bir heyecan vardı. kapalı kapıyı tıklatıp içeri girecektim ki bunun dedektiflere uygun bir davranış olmadığını düşünüp, tekme ile içeri daldım. sınıf tahmin ettiğim gibi boştu ve bu da durumu daha gizemli kılmıştı. şimdi önümde iki sorun vardı,
1- kardeşimi bulamama sorunu
2- sorunu çözememe sorunu
kendi içimde bu sorunlar ile uğraşırken dr. watson'un muhtemelen sınıftaki öğrencilere ait olan eşyalarını incelediğini farkettim. ortağımla gurur duyuyordum neticede o amcaoğlumdu. yanına giderek yazı tahtasına paralel olarak yapılmış askıdaki elbiseleri inceleme koyuldum. bir polar ve iki mont asılmıştı.
poların kokusu gerçekten iğrençti. uzun tartışmalar sonucunda dr watson ile bu poların 2 veya 3 senedir bu sınıfta durduğu kanaatine vardık. gerçekten iyi bir takım olmuştuk. watson daha sonra belirleyici deliller bulabilmemiz için bütün sınıfı inceleme fikrini öne sürdü. dahice bir fikir olduğunu düşünüp, neden aklıma gelmediğine kızdım. egoma ters düşsede bu fikri kabul ettiğimi söyleyebilirim.
çocukların teneffüste birbirlerine fırlattıkları anlaşılan renkli tebeşir tozları, tahtaya yazılan şımaranlar bölümü, ve muhtemelen sami olduğu anlaşılan çocuğun şımarıklar listesine yazıldığına kızarak eliyle silmeye çalışması sonucu tahtada oluşan iz, öğretmenin uzun saatler boyunca oturduğunu kanıtlayan sandalyedeki ter kokusu. her şey belirli bir düzen içerisinde gibiydi ve hedefe ulaşılacak bir kanıt bile yoktu. bir dedektif de bazen böyle çaresiz kalabiliyor işte diye düşündüm.