Üçlemenin ilk filmi olan Bleu (Mavi)de bir trafik kazasında kendi kurtulan ve kızı ile kocasını yitiren orta yaşlı ve oldukça güçlü bir kadın olan Julie'nin geçirdiği travma ve hayata bağlanma çabaları anlatılıyor. Yaşadığı depresyonun derinliği Kieslowski'nin bakış açısından ustalıkla yansıtılmış ve özellikle annesinin onu tam olarak hatırlamaması da tutunabileceği hiç kimsesi olmadığı gerçeğini çarpıcı bir şekilde göstermiş ve annesinin olaya yaklaşımının 'her şey geçer, hayatını idare ettirecek paran var mı?' şeklinde olması da annesi ile aralarında öncesinde de sağlık bir iletişim geliştirememiş oldukları fikrini verdi bana. Yine yeni taşındığı evde fare bulması üzerine onlardan kurtulmak yerine yeni bir eve taşınmaya çalışmak istemesi de depresyonunun büyüklüğünü iyi ifade eden bir nüans olmuş kanaatimce.
Bence oldukça güçlü bir kadın karakteridir Julie çünkü daha en başından ona kaybettiklerini çağrıştıracak her şeyi hayatından çıkararak başlıyor işe ve sonrasında da insanı en mutlu edecek olan; güneşli bir günde hayatın tadına varmak, yüzmek, insanlara yardım etmek gibi yaşama sevinci veren aktivitelerde görüyoruz kendisini. Yine kendi isteği ile hayatına bir kereliğine soktuğu bir adam görüyoruz -ki eski eşinin çalışma arkadaşlarından biri aynı zamanda- sonrasında kadını sevdiği için peşine düşen ve eski eşine dair elinde tuttuğu sırla kaybını ve hayatının bu ona çizmiş olduğu acı seyrini kabullenip, hayatının normale dönmesine de yardım eden ve belki bir kez daha mutluluğu yakalamasına vesile olan kişi. Hem belki bu sefer gerçek bir mutluluk kim bilebilir ki. Elbette yitirilen bir daha hiç görmemecesine yitirilen sevdikleri ardından hayattan kopan insanların tersine, Julie sevdikleri olmadan da hayata tutunabilecek kadar özgürleşen ve de hayatın acı gerçeklerine karşı güçlenen bir birey haline dönüşüyor, eski eşinin ölümünden önce kendisini aldatıyor olduğu gerçeğini öğrenmesi de bu durumda en büyük itici gücü sağlamış oluyor. Bu arada Juliette Binoche'un filmdeki oyunculuğu konusunda herhangi bir şey yazma gereği duymuyorum zira ruhunu katarak oynadığı aşikar zaten.
ikinci film olan Blanc (Beyaz) bir kadından ziyade bir erkeğin bir kadına duyduğu aşkın üzerinde durmuş hem de ta yürekten kopup gelen bir aşk ve sevgi, 'her şeye rağmen' bir sevgi. Karol eşinin kendisine olan tüm sevgisizliği ve ona olan tüm acımasızca ve duygusuzca tavırlarına ve hatta şeytani eziyetlerine rağmen onu seven ve onu tekrar kazanmak için mücadele eden duygusal bir erkek karakteri. Zbigniew Zamachowski, Karol karakterinde çok başarılı bir oyun çıkarmış, nitekim izlerken Dominique'in duygusuzluğu karşısında bile sadece sesini duymak için ondan türlü hakaretler işitmeyi hatta hayatını riske atmayı göze alacak kadar çok seven sempatik bir erkek karakterini çok iyi çizmiş. Hatta ve hatta insan izlerken Karol için acıma ile karışık şefkat duyguları hissediyor. Her ne kadar sonunda kadının sevgisini kazanmış gibi görünse de ben buna pek ikna olmadım zira kadının para ve kendisi için yapabildiklerinden gözü kamaşmış olması ve de özgürlüğü için belki de ona döndüğü fikrini uyandırdı bende. Nitekim Karol'un ona duyduğu sevginin yanından bile geçmiyordu Dominique'in Carol'a duyduğu hissin adı her ne ise. Hatta abarttım mı bilmiyorum ama son filmin finalinde kazadan kurtulma görüntüleri esnasında herkesin yüzünde dehşet okunurken ben Dominique'in yüzünde memnuniyetsizlik okudum, tabii bu benim çıkarımım. Eee üçlemenin tüm kadınları da iyi olmak zorunda değil ya! :)
Üçüncü filmimiz olan Rouge (Kırmızı)a geçersek, Kırmızı'daki Valentine ise diğer üç kadın karakterimizin aksine genç, saf ve naif fakat mutsuz ve hüzün dolu bir genç kadın. Ve hayatta görmemiş olduğu o kadar çok kötülük var ki, sanki filmde bana gençliğin verdiği iyimserliği temsil ediyormuş izlenimi verdi; eski yargıç da onun tam tersine hayattaki tüm kötülükleri görmüş olmasına rağmen yine de insanlara karşı çok kabullenici bir tavır içinde. Her ne kadar iki karakter çok zıt gibi görünseler de ikisi de insanoğlunun iki ayrı ucunu temsil etmesine rağmen, her ikisinin özünde de iyilik varmış gibi. Her iki oyuncu Irene Jacob ve Jean-Louis Trintignant bu karakterlerin altından başarıyla kalkmışlar. Ve filme hakim olan hava yönetmenin insanoğluna bakışı konusunda oldukça iyimser ve sevecenmiş fikrini uyandırdı bende. Ve oluşturulan tesadüfler kaderi ve bir yaratanı işaret ediyorlardı ya da ben öyle algıladım ve o yüzden son sahne daha da anlamlıydı. Diğer iki filmin karakterlerinin de üçlemenin son filmi olan Kırmızı'nın final sahnesinde bulunması bende Kieslowski'nin bu üçleme ile minik bir dünya oluşturmuş olduğu izlenimini uyandırdı tıpkı Balzac'ın 'insanlık Komedyası' ismini verdiği ve 97 romandan oluşan projesi gibi.
Üç filmi bütün olarak değerlendirdiğimizde, Mavi'nin psikolojik derinliğinin oldukça fazla olduğu aşikar zaten, son sahnedeki koronun söylediği şarkı ile de oldukça büyük bir felsefi boyut ve bu manada bir coşku yüklemiş yönetmen bu filme. Beyaz felsefik çağrışımları diğer iki filme göre az olan parça olmuş-fakat Beyaz'da da beni çeken çok hoş ayrıntılar olduğunu söylemeden geçmeyeyim-, Kırmızı ise başlı başına bir bilmece gibi hem de üç filmin de özündeki sırrı elinde bulunduran ama karmaşık bir bilmece. Kieslowski Kırmızı'da oldukça fazla imge kullanarak oldukça derin bir felsefik söylem oluşturmuş ve her bakış açısına göre değişebilecek yorumlamalara ve çıkarımlara açık bir üçleme çıkmış ortaya. Filmi izlediğimde genç adam ve yaşlı adamın bu kadar benzemesi, yaşlı adamın Valentine'i o feribota yönlendirmesi ve biletine dikkatli bir şekilde bakmasından ya insanlar farklı zamanlarda da olsa birbirleri ile benzer şeyler yaşayabiliyorlar anlamı çıkıyor kanaatimce ya da yaşlı adama doğaüstü bir özellik yüklemek gerekiyor ki film bir anlamda bilim-kurgu özelliği kazanacağı için bu fikirden ziyade ilk fikir daha çok cezbetti beni, kadının reklam afişi ile finalde televizyonda kadının donan görüntüsünün aynı olması da insanlarının kendi hayatlarında da; başkalarının hayatlarıyla da benzer şeyler yaşayabileceği çağrışımını yaptı bende.
Filmlerin görüntü yönetmenliği gerçekten de çok iyi, özellikle Mavi'deki mavi rengin kullanılışı ile Kırmızı'daki kırmızı rengin hakimiyeti. Yine Kırmızı'daki renk ve ışık kullanımını özellikle çok beğendim. Yönetmenin kullandığı ışık, bir sahnede güneşin batmadan önce odaya vuran ışığı altındaki kadın ve yaşlı adamın görüntüleri, yaşlı adamın bahçesindeki manzaralar, sonra kadının yaşlı adamın evine giderken geçtiği deniz kenarı ve oradaki günbatımı görüntüleri gerçekten çok iyiydi ve çok da gerçekçi bir hava vermişti filme. Ve de anlayamadığım şekilde beni mutlu ettiler. Gerçi genelinde Kırmızı filmi bana umut veren, sıcacık bir film oldu.
Filmlerin Zbigniew Preisner imzalı müzikleri de konuşulması gereken başlı başına bir güzellik, verilmek istenen duygulara ve filmlerin derinliğine de çok şey kattığı su götürmez bir gerçek.
Yine filmler birbirinden bağımsız hikayelermiş gibi görünmesine rağmen Kieslowski her üç filme de yaydığı ayrıntılarla üç filmin kahramanlarının da aynı zamanda ve hatta mekanlarda yaşadığı izlenimini ustaca yakalıyordu. Bu açıdan filmler birbirini mükemmel bir biçimde tamamlıyorlar, dikkatli izlenildiğinde kolaylıkla ayırt edilebiliyor bu durum. Mesela her üç filmde de geri dönüşüm kutusuna bir şişe atmaya çalışan bir yaşlı kadın görüyoruz, ilk iki filmde kadın zorlanarak kendi başına atmayı eğreti de olsa başarıyor, son film olan Kırmızı'da ise Valentine, yaşlı kadına şişeyi atmasına yardım ediyor belki bu da Kırmızı'nın Fransız bayrağında temsil ettiği 'kardeşlik' kavramına denk düşüyor. Yönetmenin belirttiği şekliyle Fransız bayrağının temsil ettiği üç kavram olan 'özgürlük'(mavi); 'eşitlik'(beyaz) ve 'kardeşlik'(kırmızı) üzerine yapılmış filmler ancak kavramlar direk olarak değil de Kieslowski'nin beynindeki yansımaları olarak vuku bulduğundan farklı okumalara oldukça açık ve de bu anlamda daha da değerliler fikrimce. Yine Mavi'de Julie'nin mahkemeye gidip kapıdan çevrilme sahnesinin Beyaz'da da yer bulması çok hoş ve seyirciyi bu anlamda son derece tatmin eden bir durum, karakterlerin ve filmin verdiği gerçeklik hissini pekiştirmesi açısından da önemli bir nokta diye düşünüyorum. Kieslowski ayrıntıları çok ustaca işlemiş her üç filmde de ve ortaya gerçekten izlenilmesi şart olan bir sinema eseri -üçleme- ortaya çıkmış. Daha önce fırsat yaratıp niye izlememişim diye hayıflandığım keyifli bir seyir oldu velhasıl.