dört yıldır birlikte olduğum bembeyaz ten, ince bir burun ve açık kahverengi gözlere sahip kız arkadaşım kırgın bir ifade ile yüzüme bakıp ''canın sıkkın yine'' diye imalı bir cümle kurdu. aslında ''benim yanımdayken surat asmana güceniyorum'' demek istediğini sezinledim. elimi kaçamak bir bakış atacakmışım gibi sağ gözümün üzerine getirip gözlerimi cafenin yağmur damlaları çarpan camına çevirdim. ''bilirsin'' dedim ''yağmurlu günlerde hüzünlü olurum...'' ,''bilirim'' dedi. hüzünlü olduğumu bilmesine karşın sebebini bilmezdi, sormamasını rica etmiştim...
sanki bir an onun yanımda olduğunu unutmuşum da hatırlatmak istiyormuş gibi elimi tuttu. kocaman kahverengi gözleri elimin çekilmesi ile açığa çıkan alnımdaki ize takıldı. muhabbet açmak için ''tatlım şu alnında ki yara nasıl oldu, anlatsana hadi...'' dedi. ''boşver, canın sıkılır'' diye red ettim. '' neden bilmemem gereken bir şey mi var'' dedi paranoyak bir insan misali. ''hayır'' dedim. ''o zaman anlat hadi tatlım, hakkında bilmediğim çok az şeyden birisi malum'' diye sürdürdü kelamını ''lütfeeenn'' diye de eklemeyi ihmal etmedi gülümseyen gözlerinin ardına gizlediği merakla. hiç bir zaman lütfenlerini geri çeviremezdim, biliyordu. artık sebebini öğrenmesinin vakti gelmişti ''peki'' dedim ''anlatacağım ama iyi dinle çünkü bir daha anlatmam'' , ''tamam'' dedi, dinlemeye koyuldu;
-annemin yıllar önce vefat etmesine karşın hala çok küçüktüm, biliyorsun... çocukluğumuzda ruhsar diye bir dizi vardı hatırlarsın hani vefat etmiş bir kadın yağmur yağdığı zamanlar eşinin yanına gelir onunla konuşurdu. eşi dışında kimse kadını görmediği için adam sanki telefonu çalmış gibi yapar eşiyle muhabbet ederdi. hatırlıyorsun değil mi?
-evet hatırlıyorum da yara ile bağlantısını kuramadım?
-ayrıntılı anlatacağım şuana kadar neden anlatmadığımı anla diye.
-peki.
-o zamanlar babam ne zaman telefonda konuşsa annemle konuşuyor zannederdim, çocukluk işte.... bir kere belki benle de konuşur umuduyla ''telefon alın bana'' diye bir hafta boyunca ağlayınca babam ''oğlum annen ruhsar gibi gelmez buraya, bizle konuşamaz'' dedi ''çünkü o artık kuş oldu...
-genelde melek oldu denir ama...
-babam pek inançlı birisi değildi belki o yüzden kuş demiştir. belki de melek derse algımda annemi ruhsarla bir tutmaya devam edeceğimi düşündüğü için bilemiyorum... çok sevinmiştim o gün zira bir kaç ay önce babama toplu halde uçan kuşları sorduğumda ''havalar soğuduğu için gidiyorlar'' demişti ''ısınınca geri dönerler...'' belki annem de böyledir haa, sevmezmiş soğugu anneannem demişti... o zamanlar annemi göç eden bir kuş sanmıştım, ölüm kavramı yoktu literatürümde...
- 3-4 yıl boyunca kimse bahsetmedi annemden ben de annemi kuş olarak benimsemeye devam ettim, onlardan şefkat bekledim ... mahallede orhan diye bir çocuk vardı, oyunlarda yenilince kuralları değiştiren, kısa boylu bir veletti. bir gün bizim sokağın önünde orhanı gördüm elinde sapan vardı. ''orhan nereye gidiyorsun'' dedim ''sapan aldım, kuş vurmaya'' dedi. ''olmaz vurma kuşları'' dedim ''sanane lan süt bebesi'' dedi gözüm döndü, biliyordum orhan rica ile yola gelmezdi. elinden sapanı almak için üzerine koştum kavga etmeye başladık. tartakladım orhanı lakin biraz dayak yedikten sonra elimden sıyrılıp koşmaya başladı tabi ben de takip etmeye. koşarken elini cebine soktu ve bir anda bana dönen sapanı görmemle alnımda ki ağrıyı hissetmem bir oldu, orhan beni alnımdan vurmuştu... işte bu iz annem olduğunu sandığım kuşların vurulmaması için verdiğim savaşın yadigarıdır.
-hastaneden çıktıktan kısa bir süre sonra anneannem annemin öldüğünden, kuş olmadığından bahsetti bana, mezarına götürdü, dua ettim... yağmurlu bir günde ölüp bir başka yağmurlu günde su dolu mezara gömülmüş bu yüzden de kendimi yağmurlu günlerde hüzünlü hissederim.
kız arkadaşıma baktığımda gözleri doluydu, hala alnımdaki ize bakıyordu, belli ki benle gurur duyuyordu.
ortam sessizleşince radyo'ya gitti kulağım. ''geçen günlerde ölen ayna grubu elemanlarından cemil özeren anısına gelsin bu şarkı '' dedi dj akabinde grubun bir şarkı çalmaya başladı;