dünde kalan yarınlar

entry1 galeri
    1.
  1. Ölümün rengi neydi? Siyah mı? Karanlığın, yokluğun siyahı… yoksa beyaz mı? Saflığın, özgürlüğün beyazı… ya mavi? Ümitlerin, yeniden başlangıçların mavisi…

    Avuçlarının içerisindeki serçeye bakıyordu ufak kız. Bir yaz akşamı babasının ahşap bir kafeste ona hediye ettiği minicik serçeye. “buse” demişti babası “artık sorumluluk almalısın… bu küçük serçe artık senin sorumluluğunda. Unutma o bir can taşıyor.” Ve kızıl saçlarından öpmüştü ufak buse’yi.

    Birkaç hafta buse için çok zor geçmişti. En ufak bir rüzgârda, hava alması için balkona bıraktığı serçe için endişeleniyordu. Okuldan eve gelmeyi yetiştiremiyordu. Yemini değiştiriyor kafesini temizliyordu. Hatta bazı geceler konuşuyordu onunla. Masallar anlatıyordu. Hayallerini anlatıyordu. Ona bir isim bile bulmuştu; nohut. “çünkü” demişti neden diye soran babasına “o nohut kadar ufak!”

    Ve sonra nohut ölmüştü…

    Sahi neydi ölümün rengi? Kırmızı mı? Ateşin, günahın kırmızısı…

    Sessizce yatağında doğruldu. Yanında yatan iri kıyım adamın kıllı kolları onu boğmak üzereydi neredeyse. Çıplak bir şekilde odanın sonundaki askılığa ilerledi.montunu aldı, cebinden Sigarasını çıkarttı. Dağınık odanın içinde iç çamaşırlarını aramaya hali de yoktu hevesi de. Montunu üzerine geçirdi. Eşyalarını toplamak için uğraşmadı. Sadece elbisesini ve masanın üzerinde duran bu geceki ızdırabının bedelini aldı… bir yandan da sigarasını yaktı. Otel odasının kapısını sessizce çekti. Resepsiyona indi. Resepsiyonist her akşam ki pis sırıtışıyla ve yavşak tavrıyla “taksi ister misin bebeğim?”
    “hayır… kaldığım otel yakın… yürüyeceğim…”

    Bir kadınsanız, ve mesleğinizin adı kibar tabirle hayat kadınıysa, insanlar sizi sadece zevk veren hareketli et parçaları olarak görüyor. Bilmiyorlar ki orospularında duyguları vardır… resepsiyonistin onu ayakta iki defa beceren bakışlarından kurtulmak için biraz acele ediyor. Otelin otomatik cam kapısı iki yana ayrıldığında yüzüne kışın sert soğuğu çarpıyor.

    Sahi neydi ölümün rengi? Yeşil mi? Barışın, Tabiatın rengi yeşil…

    On yedi yaşına henüz girmişti. Tam da babasının öldüğü gün. Birkaç saattir on yedisinde ve babasız kalmış olmanın duyguları birbirine karışıyordu. Baskın olan ise babasızlığıydı. Soğuk cesedine son bir kez bakmasına izin vermişlerdi. Babasının kansız vücudu karşısında öylece yatarken sadece birkaç damla yaş dökebilmişti. Eğer boğazındaki yumruk izin verseydi çığlıklar atabilirdi.

    Daha fazla dayanamamıştı. Kimseye sezdirmeden banyoya girmiş, kapıyı kilitlemiş, babasının önceki akşam traş olduğu jiletin ağzını açıp bileklerine birer kesik atmıştı. Bir anlık acıdan sonra üzerine çöken uyuma isteği ve katlanılmaz olan bir üşüme… soğuk…

    Bulanık sesler ve görüntüler arasında banyo kapısının kırıldığını hatırladı daha sonra… ve uyandığı hastane odasını…

    “anlayamıyorum anne…”

    Annesine son söylediği buydu. Saatlerce konuşmuşlardı ama o anlayamıyordu. Ölüm neden vardı?

    Sahi, neydi ölümün rengi? Pembe mi? Hayallerin, umutların pembesi…

    Soğuk sokaklarda yürüyordu. Üzerindeki mont onu sıcak tutmaya yetmiyordu ki zaten sokağın sonundaki serseri takımını gördüğünde tek derdinin soğuk olmadığı fark etmişti. Adımlarını sıklaştırdı. Böyle bir yerde yaşamak zordu. Tabiatın kuralları burada en acımasız şekilde işlerdi. Eğer onlara görünür ve yakalanırsa azgın hayvanlar gibi saldıracaklardı üzerine. Hayat güldürmeyen bir komedyaydı şu anda. Üzerindeki mont hariç çıplak, karanlık bir sokakta, dört iri kıyım serserinin üzerine yürüyordu.

    “vay vay vay… nereye böyle bu saatte güzelim…?”

    Siktir… bu kadar az orospu varken, bu kadar çok orospu çocuğu olması hayret verici bir olaydı ona göre… renkler birden gri tonu almıştı… son hissettiği kolunu kavrayan kuvvetli bir eldi.

    Sahi, neydi ölümün rengi? Turuncu mu? Erdemin, bilgeliğin rengi turuncu…

    On sekiz yaşına geldiğinde annesiyle beraber dayısının evine taşınmışlardı. Üniversiteyi kazanmasına rağmen gitmek istememişti. Hayatında yaptığı en büyük hata buydu. Gitmeliydi. Gitseydi eğer, geceleri korkmadan uyuyabilecekti belki de. Gecenin bir yarısı odasının kapısı aralanıp, dayısı gözü dönmüş bir şekilde ona bakmayacak, usulca yanına sokulup “sesini çıkartırsan, seni de anneni de öldürürüm” diye kulağına fısıldamayacak, ve buse’nin gözlerinden yaş akmayacaktı belki de…

    Belki de; bununla yetinmeyen dayısı onu arkadaşlarına ikram etmeyecek ve sonunda hamile kaldığında çocuğunu bir bar tuvaletinde ölü doğurmayacaktı. Bir sevgilisi olacaktı belki de. Çok yakışıklı olacaktı hatta, yaz akşamları akasya ağaçlarının altında yürüyecekler, gizli gizli sinemalarda öpüşecekler, sırt üstü uzanıp yıldızları birbirlerine armağan edeceklerdi belki de…

    Sahi neydi ölümün rengi? Gri mi? Karışıklığın, bulanıklığın rengi gri…

    Kaçamamıştı buse, bağıramamıştı da. Adamlardan birisi ağzını başlamıştı. Ağlamaktan gözleri kan çanağı olmuştu. işlerini bitiren insan silüetliler uzaklaşalı yarım saat kadar olmuştu. Hali yoktu yerinden kalmaya. Dürüst olmak gerekirse halsizliği dört erkeği tatmin etmesinden değildi. Bu ağza alınmayacak kadar rezilce bir şey olsa da bunu defalarca yapmıştı zaten… ruhu yorgundu. Vücudu soğuğa karşı çıkmasını, kalkıp gitmesini söylüyordu ancak, ruhu onu taşımıyordu artık.

    Ciğerlerine çektiği nefes buz gibi soğuktu. Üzerine kar yağmaya başlamıştı. Nefes alışları yavaşlamaya başlamış ve uykusu gelmişti. Bu duyguları hatırlıyordu. Uyumalıydı. Bu dünya uyanık kalmak için yaratılmamıştı. Uyumalıydı.

    Seçme şansı olsaydı şu anda, babasının elinde kafesle evin penceresini tıkladığı o ana geri dönmek isterdi. O zaman dünya uyanık kalmaya değerdi…

    Ağırlaşan göz kapakları yavaş yavaş aşağı doğru inerken “ya nohut ölmeseydi?” diye düşündü. Ruhu bedeninden ayrılmasına yakın babasının sesini duyduğuna yemin edebilirdi. Tüm yarınları dünde kalmıştı…

    Ölümün rengi yoktu… ölüm gök kuşağı gibi, rengarenkti…



    (bkz: söykü dergisi sayı 13 kuş)
    0 ...
bu entry yorumlara kapalı.
© 2025 uludağ sözlük