muhammed e yanlış yapan genetikçiler hadisesi

entry6 galeri
    1.
  1. islam kaynaklarından adeta hiç yaşanmamışcasına silinen, ancak kafir tarihçilerden kalan yazmalarda bahsedilen talihsiz hadisenin kahramanları.

    arabistanı kasıp kavuran muhammed fırtınası bir çok düşünür, merak sahibi ve yetenekli insanı adeta bir mıknatıs gibi mekke'ye çekmeye başlamıştır. bunların arasında değişik coğrafyalardan gelip islam'ın devrimci ruhuna kapılmış üç arkadaş, yeni katıldıkları bu dinden aldıkları ilhamla, o dönem için inanılmaz sayılabilecek araştırmalarla uğraşmaktadırlar. ancak ulaştıkları noktada yeni kurulan devletin desteğine ihtiyaç duymaya başlar ve muhammed'in huzuruna çıkarlar:

    - "ey islam peygamberi, bizler bu getirdiğin mesajdan fevkalade feyz aldık. bu kutsal mekana gelmeden önce yaşadığımız diyarlardan büyücü zannedilip kovulmuştuk. oysa kaç senedir buradayız, bir allah'ın kulu çıkıpta bize engel olmadı, ufkumuzu genişlettik. isteriz ki bu bilgi ve birikimlerimizden islam devletimiz de faydalansın."

    muhammed önce şaşırır, yanındakilerin kulağına eğilip "ne karıştırıyor bunlar" gibi birşeyler mırıldanır ama bozuntuya vermez: "söyleyin bakalım mümin kardeşlerim, ne istersiniz, size nasıl yardımcı olabiliriz" diye sorar.

    - "ey allah'ın resulü, bizlerin temel dileği ümmetini doyurmak, yiyecek sıkıntısına bir son vermektir. malum burada güneş bol, su az. biz isteriz ki, öyle besinler üretelim, hem bu bol güneş enerjisini değerlendirilsin, hem de mümkün olan en az su ile üreyecek hayvan ve bitkiler ortaya çıksın. bu doğrultuda iki aşamalı bir planımız var: bir yanda üretimi hızlandıracak ve çeşitlendirecek sistemler kuracağız. öte yanda, biz bütün bu canlıların ortak bir noktası olduğundan şüpheleniriz, bu doğrultuda yaptığımız araştırmalar da yavaş yavaş “meyvalarını” vermeye başladı -bu arada benzetmeye dikkatinizi çekerim."

    muhammed ikinci kez şaşırır ve çevresindekilere dönerek bu kez daha yüksek sesle ama sükunetini bozmadan hesap sorar: "anlaşılan burnumuzun dibinde feci şirk faaliyetleri dönmekte, ancak sizler uyumaktasınız sayın sahabe. demek ben yarın ölsem burası panayır yerine dönecek..."

    üç arkadaş paniğe kapılır:

    - "aman sayın peygamberim, şirk falan yok; tıpkı zaten yaptığımız ekme besleme işlerinin aynısını yapmaktır dileğimiz: tek farkı, biraz daha bilinçli ve verimli olacak, hepsi bu. siz bize bir imkan verin, sonuçlarını beğenmezseniz zaten buyurursunuz herşey hemen duruverir..."

    ne olduğunu bile anlamadan azar yemişliğin üzüntüsüyle perişan sahabeden ses çıkmadığı için muhammed yine kendiyle başbaşa kalır. "hani yapıcı eleştiri..." der ve gerisini getirmez. bir müddet sessiz kaldıktan sonra bu üç dava insanına onayı verir: "peki, ne isterseniz yazın ve bana iletin, size ben kefilim; ama bir şartla: ürettiklerinizi önce siz yiyeceksiniz..."

    elemanlar gayet mutlu bir biçimde muhammed'in ellerini öper ve şükranlarını bildirerek huzurdan ayrılırlar. üç gün sonra zaten hazır olan listelerini gözden geçirip muhammed'e iletirler ve bir hafta geçmeden çalışmalar süratle başlar. muhammed elbette bu yatırımın başına güvendiği adamlarından birini dikmiştir. gel zaman git zaman laboratuvardan ilginç mahsuller ve mahlukatlar belirmeye başlar. bu haber muhammed'in kulağına erişince soluğu bu alim kişilerin mekanında alır. gidişattan gayet mutlu olan kafadarlar başlarlar muhammed'e hangi yaratığın ne kadar suya ihtiyaç duyduğundan, nelere faydası olabileceğinden, ne kadar hızlı üretilebileceğinden ve daha bir ton teknik detaydan bahsetmeye. muhammed gördükleri karşısında bayağı bir etkilenmiş olarak elini havaya kaldırarak heyecan tantanasını durdurur: "peki ama sırrınız ne?" der. aralarından bir tanesi bir adım öne çıkar, bu sorunun geleceğini önceden kestirdikleri bellidir:

    - "buyrun allah'ın resulü, size bu işin mutfağını gösterelim" diyerek muhammed'i bir geçide davet eder. muhammed yanındakilere "siz kalın" anlamında bir hareket yapar ve yavaşca alim'in peşine takılır. birkaç metrelik labirent gibi bükümlü bir koridordan geçtikten sonra demir bir kapının önüne gelirler. alim cebinden bir anahtar çıkarır ve kapıyı usulce açar. muhammed'in peşi sıra içeri girmesinden sonra kapıyı örter. tavandaki bir kaç delikten sızan güneş ışığı, zekice ayarlanmış aynalar yardımıyla yansıtılarak aydınlatılmış, penceresiz ve oldukça temiz bir ortamda tezgahların üzerine sıralanmış cam kaseler, irili ufaklı dolap ve çekmecelerle dolu garip bir yerdir burası. alim cam kaseleri göstererek: "hepsi halis çöl kumundan" diye belirtir. daha sonra muhammed'i yüksek bir tabureye oturtur ve dar ve kısa bir borudan içeri bakmasını rica eder. boru masaya sabitlenmiş, diğer tarafında ise aydınlatılmış ufak bir cam kase içinde renksiz bir sıvı durmaktadır. muhammed gözünü yaslar yaslamaz birbirinden garip boyut ve biçimlerde hareket eden mikro alem ile karşılaşır.

    - "efendim, bütün canlıların özünde hepsinin ne olacağını, nasıl yetişeceğini, neye benzeyeceğini anlatan bir defter vardır. bu sır şu an bakmakta olduğunuz ufak hayvancıklardan da daha küçük bir alemdedir. bizim aygıtlarımız henüz o derece ufağı göremez. ancak işin sırrı bu defteri bir canlının özünden çekip almakta ve sonra bu özü bir başka canlının özü ile karıştırmakta. ortaya çıkan yeni özü bazen bir bitkinin tohumuna veririz, bazen bir hayvanın dölüne karıştırırız. henüz bu defter hangi lisanı konuşur bilmeyiz, ancak aldığımız sonuçları biraz önce kendiniz de gördünüz, doğru yolda olduğumuzu burdan biliriz.

    muhammed tam anlamıyla karmakarışık olmuştur. ne diyeceğini, ne düşüneceğini tam bilememekte, bir alime bir de dönüp cam perdeli borudan içeri bakmaktadır. dinler, düşünür, dinler ve tekrar düşünür. nihayetinde kendisini toparlar: "peki bu özü nasıl çıkarıp alıyorsunuz?" alim bir dolabı açarak renksiz bir sıvı çıkarır:

    - "bu özü en kolay bir canlının sıvısından alırız. mesela şu cam kaseye tükürünüz bir zahmet..." muhammed denileni yapar. alim dolaptan aldığı renksiz sıvıdan birazını muhammed'in tükürüğünün bulunduğu kasenin içine boşaltır ve bir çubukla karıştırmaya başlar. biraz sonra saç teli kadar ince sıvı ipleri çubuğukla tutup yukarı kaldırır: "işte sizin özünüz budur..." muhammed şaşkınlığına hayranlık eklenmiş bir biçimde sormaya devam eder:

    + "peki bu tükürüğüme döktüğün su nedir?"

    alim gülerek: "su değil efendim, özel bir karışım; ama içerisinde yüksek oranda mayalanmış şarap özü var, bir de..." bu noktada muhammed'in rengi atar. sandalyeden kalkar ve bir adım geri çekilerek en heybetli duruşuyla alime haykırır:

    + "sen şimdi bana islam peygamberinin tükürüğünü şarapla çalkaladığını mı söylüyorsun?"

    bu noktadan sonra alimin dili tutulur. muhammed derhal mekanı terkeder. bir saat içerisinde ne laboratuvardan ne de üç alimden eser yoktur. adeta buhar olmuşlar ve adeta bu hadiseler hiç yaşanmamıştır. bir daha kimse islam aleminde canlıların kökeni diyememiştir. "ol" denmiştir ve olmuştur. bu kadar basit...
    0 ...