sizlerle yeni bir hikayemi paylaşmadan önce, bu seferde sol frameden akıp giderse, narin kalbimin fazlasıyla kırılacağını belirtmek isterim. yahu oylamadan o kadar yakınan, sözlüğün okunmadığını söyleyenler nerede? tespit yaptırıp döktürmeyin şuraya kirli çamaşırlarınızı. beş dakikanızı ayırıp okuyun da bizlere de yazma şevki gelsin. ben de hep küfredip, siktili soktulu yazamam ya, azıcık yardımcı olun şu güzel kardeşinize.
... Biraz canımın sıkkın olduğunu fark etmiş olacak ki kutu kolasının pipetinden son damlaları foşurdatarak çekti, kutuyu kendi masasında bıraktı ve "noldu, neyin var?" diyerek yanımdaki sandalyeye oturdu. "Bir şeyim yok, sağolasın" dedim ve sustum...
"Var var, bir derdin var senin, yoksa böyle dut yemiş bülbül gibi oturmazsın sen kolay kolay" dedi. Hayatım boyunca dut yemiş bir bülbül görmediğimden teşbih hakkında yorum yapmaktan kaçınarak sessizliğimi korudum ve önümdeki küllüğü sağa sola çevirerek offlamaya pofflamaya devam ettim. Israr etti. Anlattım.
"Hmm, anlıyorum..." dedi, son cümlemin bitişini beklemeden... Gerçekten ne anladığını çok merak ettim ve kollarımı göğüs hizamda bağlayıp kafamı da kaldırarak "ee hadi bakalım, Allaana sabahtan beri artislik yapıp duruyordun, he, de bakalım bir çare de görelim." pozisyonuna geçtim. "Sıkma canını..." dedi, "benim de başıma bir kere böyle bir şey gelmişti." * bu son ifadesinden sonra, tam 1,5 saat boyunca başına gelen* olayı anlatıp, iç dünyasında ne büyük yaralar açtığını, kendisini insanlardan uzaklaştırıp uçsuz bucaksız düşünce dehlizlerinde yalnız başına dolaşan biçare bir ruh seyyahı haline işte bu yüzden geldiğini, aslında böyle bir insan olmadığını, sonradan yaşadığı* o malum olaylar silsilesi neticesinde böyle umursamaz, vurdumduymaz bir kişiliğe büründüğünü ve artık kimseye güveni kalmadığını müveni malmadığını anlattı durdu...
"Canım benim ya..." dedim, "değer mi? değer mi sence böyle şerefsizler için kendini bu kadar heder etmeye? Gençliğini çürütmeye... Oysa ne kadar da hayat dolusun gerçekte. Neden izin veriyorsun insanların seni böyle hunharca kullanmasına?" diye metanetli bir coşkuyla devam ettim... "O da bir şey mi?" dedi, ve kendisini buhranlardan buhranlara sürükleyen başka bir derdini daha anlattı. Ona da çözüm önerileri getirerek çeşitli şaklabanlıklar ve "aamaaaann"larla kendisini iyi hissetmesini sağladım ve nihayet yüzünde güller açmasına sebep olabildim. "Tamam? iyisin değil mi şimdi? bir sıkıntı yok bak?" diye sorar gözlerle bakıp da, tebessümâne bir kafa sallayışıyla onayımı aldıktan sonra, derdini bir an olsun unutturabildiğimden emin olma mutluluğuyla, pırıl pırıl, çocuklar gibi şen vedalaştım ve oradan ayrıldım.
***
Evime doğru yine kendi derdimle başbaşa kalmış, depresif bir şekilde yürürken omzuma değen bir elle beraber kafamı arkama çevirdim ve O'nunla karşılaştım. Ancak ilk şoku atlattıktan sonra ağzımda bir şeyler geveleyebildim. "Hayırdır nereye böyle düşkün düşkün? Canının sıkkın olduğunu gördüm ve taa oradan koşarak geldim yanına, belki biraz konuşuruz iyi gelir diye" dedi, eliyle "taaa" ile ifade ettiği iki metre ötedeki manifaturacıyı işaret ederek. "Olur" diyebildim sadece... Hemen yakınlardaki bir çay bahçesine oturduk ve beni itten aç yılandan çıplak hale sokan, içimi kemirip duran, beynimi yeyip bitiren ne kadar ısdırabım varsa nefes almadan anlatmaya başladım. Bitirdiğimde yıkılmış görünüyordu... Derdimin ona çok ağır geldiğini, hazır neşesini de durduk yere kaçırdığımı düşünerek hafif vicdan azabı çekmeye başlamıştım ki, içlendi ve avuçlarını ısıtsın diye sımsıkı kavradığı çay bardağından parmaklarını gevşeterek konuşmaya başladı, Bir zamanlar kardeşinin de başına gelmiş yaşadığım travmalar. O da bu sürüncemelerden geçmiş, bütün bu hüzün devinimlerinde üryan olmuş. Neticesinde çok üzülmüş, çok yıpranmış, sırf bu sebepten okulun basketbol takımından ayrılmış, başarıyla icra ettiği satranç sporunu bırakmış, bütün aile adeta seferber olmuş onun için. Hatta halen etkisinden kurtulamamış, ara ara psikolojik tedaviler görüyormuş, ilaçlar falan alıyormuş, oysa ne kadar da mükemmel ötesi bir insanlık abidesiymiş. Kardeşi için elimden gelen bir şey olup olmadığını sordum, gözlerinden akan bir damla yaşı elimdeki az önce masada oluşan bardak altı ıslaklığını kuruladığım selpağın arka yüzünü çevirerek silerken... "hayır hayır" dedi, "çok teşekkür ederim, çok iyisin, iyi geldi seninle konuşmak" diye ekleyerek de gönlümü hoş etti.. "Valla bak" dedim, "utanma, sıkılma. senin kardeşin benim kardeşim*. hatta bak gelsin bana takılalım, ortamlara falan sokayım onu, kafa dağıtır biraz, he mi?" diye devam ettim, çakal bir yampik gülümsemeyle. O da güldü, ve bir müddet hesabı ödeme kavgası verdikten sonra fazla ısrar etmedi. Beklediğim son ısrar da gelmediğinden çaresiz ödedim, çıktık...
insanlara derdimi anlatma girişimlerim bir kez daha, derdimi anlattıklarımın, hatta bırak bu muhattaplarımı; onların kardeşlerinin, eski sevgililerinin, önceki ev arkadaşının ilk çıktığı çocuğun, köydeki dedesinin, ebesinin, bilmemnesinin* dertlerini çözüme kavuşturma sikkoluklarımla son bulmuştu. Kime ne anlattıysam, kuru ve gerçekten benim derdimle ilgileniyormuş gibi göstermelik bir sıkma canını başlangıcı ile refuze edilmiştim.
Endişeliydim... Birisini tutup çevirerek "ben ölüyorum!" desem, sanki "bak geçenlerde bir gün ben de ölüyordum işte....." diye başlayıp, sabaha kadar kendisinden ve o ulvî sorunsallarından bahsedecek gibiydi...