erkeklere göre kadının önemi

entry1 galeri
    1.
  1. çok önemli bir önemdir. zira kadında hormon vardır. erkekte yoktur. kadına hediye edilmiş bu regülatörün erkekteki karşılığı bizzat kadındır. ona da o verilmiş, ne yapsın biçare?

    siz kadınlara vereceğim tüyo odur ki en bazalt, en ytong hazır beton görünümlü erkeği dahi hula hop eden bir etkisiniz yaşamımızda. bu etkiyi daha az hisseden, daha çabuk bertaraf eden olsa da inanın bana "münezzehim, ilgisizim" diyecek babayiğidin taşaklarını heddelerim (heddelemek: böyle alttan nazikçe avuçlayarak "saygılarımla" der gibi tartmak).

    hani "herşey kadını yatağa atma çabasıdır" gibi bir inanış var ya. o inanış doğrudur. lakin çevrelendiği bağlamdan kopartılarak alınmış, küçümsenmiş ve çarpıtılmış bir inanıştır. ya ne olacağıdı? potaya mı atacaktım?!
    işte o noktada fokusu "ay hepiniz seks için şeyapıyosunuz" dan bu çabanın dinamiğine çevirirsek kadının erkek yaşamındaki önemi az daha netleşecek sanki.

    kadını erkek için "anlaşılmaz" kılan şeyin yalnızca hormonlarındaki dalgalı değişimler olduğunu söylemiyorum. ancak bu değişimlerin "dış dünya" ile temas edince nitrogliserin gibi patladığını kesin olarak söyleyebiliyorum. kontrol edilemeyen bu kimyasallar bir binanın onuncu katı ise; kesin kere kesinlikle kontrol edilemeyen "dışsal" şartlar da asfalt kaplı zemin durumunda. onuncu kattan atılan su dolu balonu bekleyen kaçınılmaz akıbet, kadınlara atfedilen kaosun ta kendisi oluyor. şimdi hemen erkeğe geçelim. erkeği raksettiren böyle iç etkiler yok. onun duygu dünyası -ceteris paribus- bir ölünün ekodiyagramı gibi. gen haritası tarih atlasındaki cengiz han ülkesi gibi: bomboş, dümdüz! başı ağrıyorsa, boynu tutulmuşsa mahzun oluyor, morali bozuluyor. bunun dışındaki tüm maddi korkuları, mutlulukları, umut ve umutsuzlukları kadınla ilgili. (dikkat! kuku ile ilgili demiyorum, kadın diyorum!)

    bir seviye yukarıdaki teori de diyor ki "tüm savaşlar, ekonomik çabalar, sanat ve bilim üretimi; yani erkeğin (tarihsel süreçte) başı çektiği her şey kadın için." bu elbette "ooh emucuk" tan daha ele gelir bir iddia. çünkü kutsal seksin tek saik olarak tanımlanmadığı bir deneyde, sonuca giden sürecin erkek için ne kadar ehemmiyetli olduğuna daha yakından bakıyor.

    erkeğin gerçekten ve yalnızca seks arzu ettiği vakaları es geçelim. başlık diyor ki "hayatımız, hayantında..." o halde daha bütünsel bakmaya çalışıyor ve erdal öz "yaralısın" ikinci tekil şahıs kipine geçiyorum;

    bir gün evvel tukaş konserve kutusu gibi bomboş ve titreşimsiz durakoyan iç hacmin aslında çözümünü bildiğin ve fakat kendinle düello etmekten çekindiğin için halledemediğin kurgusal problemlerle dolu. bunlar bazal yaşam halinde devam edebilmen için yeterli. göğüs kafesinin altında "soylu" duygular yok. ya da her neredelerse bir köşeye kıvrılıp uyumuşlar. seksen bin kişi kapasiteli stadyumundaki herkes suskunca bekliyor. için o kadar düzenli ki birşeylerin düzeni bozması ve sonra başka birşeylerin gelip restorasyon yapması gerekiyor (tıpkı onun regl olması gibi). tribünler dolusu insan löl löl lölölöö diye haykırıp meksika dalgası yapmayacaksa ne işine yarıyor?

    sonra çükünü değil az kullandığın diğer başka enstrümanlarını erekte eden bir kadın sonar menzilin içine giriyor (çüküne sıra gelmeyeceğini sanacak kadar dünyadan kopuk olmamandan çok memnunum). o enstrümanlar seni kavruk bir ceviz ya da kaka yapan bir bufoladan ayırdıkları için çok önemliler. omuzların dikleşiyor, ne için? müsabakaya hazırlandığını sanabilirsin, alışkanlık işte, ama aslen şefkat duymak için! onun için dikleşiyorsun (yampiri yampiri tam duyulmuyor şefkat, yüzde otuz randımanla filan). içini muazzam bir şefkat ve merhamet dalgası dolduruyor. kadını bütün tehlikelerden korumak istiyorsun. bunun da mezozoik devirden sana tevarüs etmiş fiziksel bir koruma güdüsü olmadığını hissedebilirsin, doğrudur. zira hemen yan odada kendi korkaklığını da ayan beyan görüyor olman şefkatini daha "uygar" kılıyor. merhametin bu nedenle daha samimi. birisi "töyt" dese "rööööööööööööarrrrggghh" diye boz ayı gibi ayağa dikileceğini biliyor ve ama aynı anda dışarıdan bakılınca bir kase saray muhallebisi formunda görüldüğünü de farkediyorsun. işte şefkatinin içten oluşunun delili: şimdi onu şov için kullanmıyor, dikkatler huzuruna sunmuyorsun. yardım etmeye çalışmıyor, duygu tefeciliği yapmıyorsun. insan denen şeyin direksiyonunda oturan birkaç duygudan biri olan bu merhamet en son ne zaman kumandanı eline aldı? benzer bir kuvvet en son ne zaman sen çağırmadan sana geldi, hangisi hiç kullanılmama ihtimaline karşın şikayetlenmeden oracıkta senin başını bekledi? peki kimin sesiyle dışarı uğradı içerideki ılık kaplıca suları? kadın değil mi...ah ah ah...çok toysun bebeğim.

    entirinin burasına gelip sıkıntıyla ensesini kaşımaya başlayan okur için sinsice yazmaya başladığım bu paragrafa hoş geldiniz. içinde bulunduğum çevreyi biraz tasvir etmek istiyorum. gerrain alt katta uyuyor. bugün kendine yumurta yapıp yemeye çalıştı. ben şimdi onun bilgisayarını kullanıyorum. benimkinin anakartı yandı. fonda the lord of the rings soundtrack'ten shire theme çalıyor kemanlı memanlı. sağ yanımda bulunan kombiden biteviye su sesi geliyor. az önce kahve içtiğim bardağa kola koydum. manyak gibi köpürdü. evet, biraz nefes aldıysak devam edelim sevgili, duygulu, seksi okur.

    annem kadar sevdiğim oscar wilde ne diyor: "kadınlar erkeklere büyük sanat eserleri yaratmak için ilham verirler ama asla onları bitirmelerine izin vermezler." offff...yani nedir, değineceğim diğer birkaç müthiş duygunun uyanışının harikulade bir tasviri değil midir? cesaret, adanmışlık ve korkudur bunlar. ve biz erkekler bunları nadiren kullanırız. sanat eseri yaratmamış ezici çocuğunluğun sesi olarak yorumluyorum. erkeğin kasıyla, parasıyla, arabasıyla ya da kitaplarıyla örtmeye çalıştığı o acıklı zayıflığı ve büyük korkaklığı ancak kadın için geri itilebiliyor. babalık halini ele alalım. şu satırları okuyan erkeklerin nekkadarının babalıkla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir iç dünyaya sahip olduğunu tahmin bile edemezsin değerli kadın okuyucu. çocuğu yaratmanın değilse de onu "görmenin", evladını dinlemenin, onunla birlikte büyümenin ne kadar dev bir cesaret gerektirdiğini de asla kestiremezsin. düşün ki çocuk senin içinden çıkıyor, kolun gibi, başka bir uzvun gibi. zaten doğanın teçhiziyle yaptın onu. oysa benim için çocuk üstesinden gelinmesi gereken bir "fikir". senin rahminden gelmiş olabilir ama benim de kalbimden geliyor. pek az şahit olduğun o dizleri titreyen, altına kaçıran korkaklığımı bir dirsek darbesi ile geri bastırmamı, çocuğuma kol kanat germemi tamamen kavrayamasan da güzel buluyor musun? bu duygunun nedeni sensin. hani yavruyu koraç kupasını kaldıran tamer oyguç gibi ehha ehha diye havaya kaldırıyorum ya; işte ben o anda hem daha evvel pek iyi tanımadığım cesaretim hem de sana bana yaptığın şey için duyduğum şükran nedeniyle ağlayacak gibiyim. "beni yatağa atmak için..." e fena mı oldu bak?

    kadın:
    benim defolarımı düzeltemezsin. daha akıllı yapamazsın. daha "duyarlı" yapamazsın. ben böyle olduğum için zaten çok mutsuzum. bunlar senin kadar beni de üzüyor. durgunlaştırıyor. atıl bırakıyor. ama endişelenmiyorum zira beni bunlarla yargılamadığından da içten içe emin gibiyim. nasıl olmayayım; kendimi ("tanımak" başka bir tartışmanın konusu iken) tanımlamak için ihtiyaç duyduğum her şeyi sen veriyorsun. sensiz bir hiç değilsem en iyi ihtimalle hiçi'yim. hiçö'yüm (hiçin biraz iyisi). kısacası beni daha "iyi" yapamıyorsan da içimdeki cinssiz, öksüz ve hep kafasına vurulmuş pistonları çalıştırıyorsun: benim erkek olmaya değil mutlu olmaya ihtiyacım var.

    çocukken dizim patladığı zaman ağlıyorum, babam ölünce ağlıyorum, bir de sen hiç gelmeyince ya da beni bırakıp gidince ağlıyorum. dikkat edersen nominal olarak sonuncusu diğerlerine ezici bir üstünlük sağlıyor. yaşamımda hiç kimsenin övgüsünü seninki kadar kaale almıyorum. aynaya bakınca yüzleşeceğim tüm vahşi köpeklerle baş etmeye hazır bir güç görürken sana bakınca dudağının tek bir kıvrılmasıyla içi buz kesecek bir dilenciyi, elize sarayının avlusunda terkedilmiş bir hamamböceğine denk güçsüzlüğümü görüyorum. bende olanlar zaten var, olmayanları senden alıyorum.

    sana duyduğum derin aşk nedeniyle uyarımı da gizlemeden yapmak isterim,
    sen yaratılışın gereği hiç bir dünyevi etkinin nüfuz ederek kirletemeyeceği çok güçlü ve tuhaf bir ahlakla donanmışsın: hep veriyorsun! (ne mutlu ki) sana bahşedilmiş bu kudret ne yazık ki yine benim yüzümden seni tehlikeye sokup hırpalıyor. gözlerin üç ay ağlıyorsa kalbin on beş sene kanıyor. düştüğün hata şu, beni "rakip" kabul edip savaşıyorsun. sağol. eksik olma. buradaki teşbihi herhalde anlamayacaksın (bakınızlardan bakarsın artık) ama oldukça uygun düşüyor: sen drizzt do urden isen ben de kara sanatların ustası, sinsilikten içi kararmış artemis entreri'yim. her seferinde sen kazansan da, beni madara etsen de bir türlü ölmüyorum. en kötü ihtimalle son anda paçayı hep kurtarıyorum. bu fantastik örnekten ayrılan noktamız ise romandakinin tersine maalesef benim seni bir hafta sonra unutacak; seninse aldığın yaraları ömür boyu taşıyacak olman. elbet biliyorum, benim ismim ve tadımla değil ama başka türlü. renksiz, kokusuz da olsa ardında kara bir bulut olarak taşıyorsun. ah be yavrum. bana vermemen gereken yegane şey bembeyaz rekabetin. onu esirgemeyi bir öğrensen, savaş çağrıma namusluca yanıt vermeyip benimle bir baloda tanışmayı beklesen...ben de potin gibi, rakip bulamadığı için "kötü" güçleri işe yaramayan zavallı bir kukla gibi kalakalsam...beni savaşta yenememe olasılığına karşılık unutma ki barışla işgal ettiğinde ülkeme sonsuz bir refah getiriyorsun.

    erkeğin hayatında kadının önemi erkektir, erkeğin kendisidir yahu. kendisinin kendisi olmasıdır işte alenen. kadın, aaah, çok güzelsin.
    ama en çok gözlerin güzel.

    tamamen senin,
    0 ...