Pinel "Nosografi" adlı kitabında maniyi tarif ederken ilk kez hezeyanlı ve hezeyanlı olmayan iki ayrı tablodan söz etmiştir. Heinroth ise dört tip mani tanımlamıştır: simplex (saf öfke), ecstatica (delilik), ecnoa (öfkeye eşlik eden delilik-folly) ve catholica (adi öfke). Maniye ait olmadığını düşündüğü demonomani, erotomani, öfkeli melankoli, likantropi, mania cum tristia (hüzünlü mani), continua acuta, continua chronica, periodica, melankoli saltans (vahşi sıçrama dürtüsü) ve nimfomaniyi ise dışlamıştır. 1907'de bu dönemin en ünlü mani uzmanı olan Mendel, "başlangıç, eksaltasyon, cinnet [frenzy] ve iniş" olmak üzere dört hastalık dönemi ile "hipomani, tekrarlayan, gravis ve periyodik" olmak üzere dört alt tip tarif etmiştir. Mendel ile daralan, sendromal özellik kazanan, duygulanım belirtileri çevresinde organize olan ve organisitenin dışlanmasını öngören mani kavramı, Krapelin'i de çok etkilemiştir. Hastalığın melankoli ucundaki gelişmeler de hemen hemen maniye koşut seyretmiştir. Esquirol, hezeyanlı melankolinin bir başka hastalık tablosu olduğundan söz ederek "lypemania" terimini önermiştir. Burada Esquirol'ün gerçekleştirdiği bir başka ilk de, bu tür hastaların yaş grubunu, hastalanma mevsimini, hastalık içindeki yüzdesini ve ölüm sebeplerini ortaya koymasıdır. Ne var ki, lipemani terimi yalnız Fransız ve ispanyol literatüründe yer alabilmiş, melankoli ise Alman ve Anglosakson literatüründeki yerini neredeyse günümüze dek koruyagelmiştir. 20.yy başlarında daha fizyolojik bir terim olan depresyon, bazen melankoli ile eş anlamlı, bazen de onun bir semptomu olarak kullanılmaya başlanmıştır. Birçoklarının aksine Kraepelin, depresyonu bir semptom olarak değil, depresif durumlar başlığı altında bir kategori olarak kullanmıştır. Hastalıklar için endojen ve eksojen kavramlarının ortaya atılması da yine 20.yy başlarına uzanmaktadır. ilk kez De Candolla'nın botanik sınıflandırmasında göze çarpan endojen terimi, insan özünün dejenerasyonu ile seyreden patolojik duruma atıfta bulunmaktadır. Görüldüğü gibi, ayrım yanlışlıkla yorumlandığı gibi çevresel ve bedensel etkenlere gönderme yapmamakta, psikojenliği ve genetiği birlikte tanımlayan "anlage" ile diğer tüm hastalık sebeplerini birbirinden ayırmaktadır.
Daha önce de söz edildiği gibi, bipolar hastalığın eski çağlarda yapılmış tanımları bugünkülerden önemli farklılıklar göstermektedir. Doğal olarak 19.yy ortalarında gelişen klinik-anatomik bakış açısı yanında, Kahlbaum'un psikiyatriye çok önemli bir katkısı olarak hatırlanması gereken kesitsel ve uzunlamasına değerlendirme ayrımı, duygulanım semiyolojisinde kararlılık aranması-yani düzen, yoğunluk, ritim ve benzeşim (congruity) bulunması, ve kişilik kavramı ile ayırıcı tanı kavramının ortaya çıkması psikiyatrik hastalık tanımında önemli değişiklikler yapmıştır. Bütün bu gelişmelerin ışığında Falret ve Baillarger mani ve melankolinin ayrı hastalık tabloları değil, birbiriyle yer değiştiren, arada da sakin dönemlerin bulunduğu "sirküler tipte delilik" olduğu konusunda ısrar etmişlerdir. Sonraları "değişken kişilik" tanımı ile genetik temele gönderme yapılırken, "formes frustre" tanımıyla da bu hastalıkların tesadüfi beraberlikleri tartışılagelmiştir. Bütün bu tartışmalara noktayı koyan 1921'de Kraepelin olmuş, ve bu üç hastalık durumu arasında farklılık olmadığını, hastalığın periyodik seyirli ve döngüsel nitelikte olduğunu söylemiştir. Kraepelin'in üç durumu içinde yer alan "amentia" kavramı sonraları gözden kaçmıştır. Oysa Meynert tarafından 1890'da ilk kez tarif edilen hastalık dönemi, depresif ya da manik psödodemans durumlarını anlatmak için kullanılıyordu. Kraepelin'in birleştirme çabalarını engelleyenler ise melankolilerin ayrı bir grup olduğunu iddia ediyorlardi. Chaslin'in başını çektiği bu grubun haklı olduğu nokta, unipolar depresyonun göz ardı edilmiş olmasıydı.
19.yy'ın Duygudurum Bozukluklarına katkısı beş ana başlık altında toplanabilir:1) Birincil olarak bu hastalık bilişsel veya entelektüel bir hastalık değil duygulanım hastalığıdır; 2) Döngüsel ve yineleyici özelliğiyle kararlı bir psikopatolojik yapı taşır; 3) Beyinde bir izdüşümü vardır; 4) Aile öyküsü önemlidir, çünkü hastalık genetik kökenlidir ve 5) Hastalığın gerçek sebepleri endojen doğadadır. 1899'da ilk kez "Manik-Depresif Hastalık" teriminin kullanılmasıyla bir yüzyıl bitmiş, öbür yüzyıl başlamış oldu. Avrupa'daki betimleyici yaklaşımın aksine, yine Avrupa kökenli psikanalitik ve Meyeryen görüşler 20.yy ortalarına kadar Amerikan psikiyatrisinde farklı bakışlara sebep oldu. 20.yy başları, Avrupa psikiyatrisinin duygulanım bozukluklarına uzunlamasına bakışına karşın, Amerikan psikiyatrisinin psikolojik ve sosyal etmenlere ağırlık veren yaklaşımıyla kesitsel bakışa sahne oldu. Hoş bir karşıtlık ise, Amerika'da yüzyıl ortalarında hakim olan bakış açıları içinde yalnızca psikanalizin uzunlamasına değerlendirmeye önem veriyor olmasıydı. Psikanalizin organik yaklaşımla paylaştığı, ve betimleyici bakış açısından farklılaşan bir yanı da, etiyolojik atıflarda bulunmasıydı. Etiyolojik yaklaşım sınıflandırmayı da ister istemez etkileyen reaktif-endojen, nörotik-psikotik, primer-sekonder ayrımlarını getirdi. Bleuler, Krapelin'in tanımında değişikler yaparak "duygulanım hastalığı" tanımını yaptı. Böylece unipolar ve bipolar ayrımı da aynı başlık altına alınmış oldu. 1957'de Leonhard'ın mani ve aile öyküsünün varlığı ile ayrıştırdığı bipolar bozukluk kavramı betimleyici yaklaşımın temelini oluşturan ICD ve DSM sistemlerinde yerini aldı.
Bir önceki yüzyılda atılan temeller üzerinde gelişen 20.yy psikiyatrisi, yüzyıl başında analitik ve sosyal psikiyatri ile psikolojinin farklı bakışı ile zenginlik kazanmış, ve gelişen teknoloji ile ilaç biliminin olağanüstü katkıları sayesinde tümden değişime uğramıştır. Bir yanıyla betimleyici psikiyatri yaklaşımı ile hemen tüm dünyada ilk kez ortak bir dil tarif edilmiş, öte yandan genetik, beyin biyokimyası, elektrofizyolojik ve radyolojik yeniliklerle psikiyatrik hastalık kavramı yepyeni bir boyut kazanmıştır. Bu yüzyılda duygulanım bozukluklarındaki gelişmelerin 19.yy sonlarında ortaya konan beş ana başlık altında devam ettiği söylenebilir. ilk iki ana başlıkta sözü edilen betimleyici yaklaşımdan daha çok, son üç ana başlıkta tarif edilen biyolojik tarihsel gelişmeler bu kitabın konusunu oluşturmaktadır.
Duygudurum bozukluklarının nöropatolojisi ile ilgili çalışmalar son 10 yılda kısmen ivme kazanmıştır. Jeste ve arkadaşlarının derlemelerinden de anlaşıldığı gibi, 1990'ların başlarına kadar tüm dünyada yalnızca altı çalışma söz konusudur. Bunlarda da manik-depresif hastalar ya kontrol grubu olarak seçilmiş, ya da küçük sayıda hasta gruplarıyla çalışılmıştır. 1923'den başlayarak günümüze uzanan bu çalışmaların özünü, yaralanma ya da beyin lezyonlarına bağlı ikincil (sekonder) duygudurum bozuklukları oluşturmaktadır. ikincil olanların nöroanatomiye en önemli katkısı, hastalık tablolarının beyindeki izdüşümü ile ilgili bilgilere ulaşmayı sağlamış olmasıdır. Nitekim Cummings, Starkstein ve Robinson'un çalışmalarıyla depresyon ve maninin en çok frontal ve temporal lob hasarı ile oluştuğunun gösterilmesi, sol taraf lezyonlarının daha çok depresyon, sağ taraf lezyonlarının ise mani belirtileriyle seyretmesi, arka bölgelere doğru sağ-sol farklılığının tersine dönmesi, yani depresyonun ya sol frontotemporal ya da sağ pariyetooksipital bölgelerle ilişkili olduğunun anlaşılması, Heathfield ve Joffe'nin Huntington ve Multipl Skleroz gibi nörolojik hastalıklarla mani ve depresyonun birlikteliğini göstermeleri ve Sperry'nin split beyin çalışmaları önemli bilimsel kanıtlar sağlamıştır. Bu tesadüfi denebilecek bulguları sonraları Lishman ve arkadaşları ile Yozawitz ve arkadaşlarının dikotik dinleme, Bruce ve Flor-Henry'nin el baskınlığı olgu bildirimleri, Ballantine ve Corkin'in psikocerrahi uygulamaları, Davis ve Hurst'ün 1940-50 yılları arasındaki çalışmaları ile gündeme gelen elektrofizyolojik araştırmalar ve Weinberger'in başını çektiği görüntüleme yöntemleriyle yapılan bilimsel çalışmalar izlemiştir.